29 Ocak 2007

Bıyık..

Her erkeğin en büyük hayallerindendir:

1. Freddie Mercury gibi sese sahip olmak

2. Freddie Mercury gibi bıyığa sahip olmak

..ki bunlar için bazıları cinsel tercihlerini bile değiştirebilir.

İşte ben de "madem öyle bir sesim yok, bari öyle bir bıyığım olsun" dedim ve bıyık bırakmaya başladım. Şu anda pek belli değil ama sabırla, emekle mutlaka belirgin hale gelecektir. İleride belki fotoğraflarını da koyarım.

23 Ocak 2007

Cornered the boy kicked out at the world, the world kicked back alot fuckin' harder...

Dünya aslında güzel yaşanır bir yermiş ama insanlar onu baştan yanlış tasarlamış gibi gelmeye başladı bana. Şu anda ve şu yaşımızda, yaşadığımız veya yaşatılmaya çalışıldığımız hayatın en ufak bir mantıklı tarafı yok. Hayatımıza "yaz saati uygulaması" gibi bir şey getirmek lazım, en mutlu olmamız gereken, ama en mutsuz olduğumuz zamanları daha aydınlık geçirmemizi sağlayacak. Bir zaman sonra kış saati uygulamasına geçilir nasıl olsa, ben uzun ve aydınlık günleri şimdi yaşamak istiyorum, 25 yıl sonra değil.

Başlık, muhteşem The Libertines'ın bir şarkısından bu arada.. The Libertines dinleyin, dinletin..

17 Ocak 2007

Asker..

Yandaki kağıdın eski yurt odamın masasına bırakılalı yaklaşık 6 ay oluyor galiba. Paul Weller'ın İstanbul konserinin bir gün sonrası falan olması lazım.

Zaman çok çabuk geçiyor, en azından bana öyle geldi o günden bugüne. İnsan bazen zamanın çabuk geçtiğine bile sevinebiliyormuş demek.

Bitmeyen günlerin gecelerinde, sevdiklerinle yeniden buluştuğun onca rüyanın; ve nöbetlerde, herbirinde yarını düşündüğün sayısız adımın sonrasında,

Evine hoş geliyorsun 'Kardeşim' .

15 Ocak 2007

"I Don't Have To Sell My Soul"

Haber:
"İngiltere’nin köklü kulüplerinden Liverpool, Dubai Veliaht Prensi ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Başbakanı Şeyh Muhammed bin Raşid el Maktum’a bağlı olan ve İngiltere’de yatırımları bulunan Dubai International Capital’a (DIC) satıldı."

Futbolun geleceği belli oldu. Yakında farklı isimler altında oynanan tek maç olacak: Araplar-Ruslar. Veya daha doğrusu Para-Para. Canı sıkılan zengin Amerikalılar da, M.Glazer (Man Utd) gibi, arada oyuna dahil olacaklardır tabi.

Futbolu sevmeye başladığım ve sevmeyi bıraktığım dönem 80'lerin ortasıyla 90'ların ortasına denk gelir. O dönemden sonra benim esas sevdiğimin futbol değil Fenerbahçe olduğuna karar vermişimdir ve Avrupa, Dünya Kupalarının önemli maçları (ve tabi ki Fenerbahçe) dışında sıkılmadan izlediğim maç çok nadir olmuştur.

Bizim akranlar için 80'li yılların ve o yılların futbolcularının çok büyük önemi vardır. Mesela şu anda çoğunlukla rakip takımın futbolcusundan nefret ederiz ama o yılların rakip takım futbolcularından(bazı istisnalar dışında) nefret edenimiz çok az vardır. Şeytan Rıdvan'ı, Kaptan Cüneyt'i, Sarı Fırtına Metin'i severiz çoğumuz. Bu, belki çocukluğumuzu özlememizle ilgili bir şey -aynen "nerede o eski bayramlar" diyen yaşça büyüklerin, eski bayramlardan çok eski dinç günlerini özlemesi gibi-, belki de daha o yaşlarda nefretin insanı ne kadar çok besleyebildiğini bilmememizle ilgili.

Trt3 arada 80'lerin maçlarını veriyor, insan o kadar mutlu olup eğleniyor ki onları izlerken.. Dolmuştan bozma uyduruk bir minibüsten, kendi günlük kıyafetleriyle, kot ve deri ceketleriyle inen futbolcular -hatta bazıları stada kendileri geliyorlar, halısahaya gider gibi-, maçtan önce ve maç sırasında futbolcularla yapılan süper ropörtajlar, kenarda sürekli sigara içen teknik direktörler vs.. Hepsinde Münir Özkul, Adile Naşit filmlerinin yıkık-dökük ama sıcak ve samimi havası var.

Ne zaman Amerikan görgüsüzlüğünün en büyük simgelerinden Nayki, futbol işine girdi, her şey tersine döndü. Zamanında bize de çok güzel geliyordu o ayakkabıların yanındaki karizmatik kanat. "Olm şu takımın forma Nike, gördün mü lan süper" diyor, halısaha ayakkabısı alacaksak önce Nike'a bakıyorduk. Sonra bir bakmışız her şeyimiz marka savaşlarına dönmüş, 4 yıl sabırsızlıkla beklediğimiz Dünya Kupası'nın finali Brezilya-Fransa maçından çok Nike-Adidas maçı olmuş, Nike takımının forvetlerini Nike reklam departmanı belirlemiş, sonunda maçı kazanan Adidas, "Adidas:3 Nike:0" diye reklam yapmış...

Eski Dünya Kupalarının finallerindeki golleri hepimiz atağın başlangıcından gol sevincine kadar biliriz, çünkü bizim gözümüzde dünyanın en epik olaylarıdır onlar. Peki 82'de Tardelli'nin attığı golle, 2002'de, bu sefer Nike Adidas'ı 2-0 yenerken, reklam yıldızı Ronaldo'nun attığı 2. golü karşılaştırmak mümkün mü mesela? İkisinde de top çizgiyi geçiyor ama ilkinin -her türlü- muhteşemliği yanında diğerinin esamesi bile okunur mu?

Zaten para savaşlarına dönen oyun sonunda Arap ve Rusların petrol parası kapışmasına döndü, işin kötüsü de olaya, bu işe en çok gönül vermiş insanların yaşadığı yerden, İngiltere'den başladılar.. Kaleyi olabilecek en içinden fethettiler yani. Liverpool'un liman işçilerinin ruhundan doğan, yeryüzündeki belki de en asil takım artık Arap petrol zenginlerinin. Takımı satın alan elaman hayatında kaç maç izlemiştir acaba veya ilgilenmeden önce Liverpool'un forma rengini biliyor mudur? Bu haber bize bile koyuyorsa Liverpoolluların halini düşünmek bile istemiyorum..

Zengin Amerikalı Glazer, Manchester United'ı satın almaya kalktığında, ki sonunda %98'ini aldı, Unitedlı taraftarlar "FC United of Manchester" diye bir takım kurmuşlardı, bu Endüstriyel Futbol palavrasına karşı. Onların maçta açtıkları muhteşem pankart her şeyi özetliyordu zaten:

"I don't have to sell my soul"

14 Ocak 2007

Pikap..

Çocukluğumun en derindeki hatıralarında bile olan bir şeydir pikap. Dedemin 70lerin başında İngiltere'den getirdiği pikap ve üstünde durduğu tahta kütüphanenin alt rafındaki plaklar anneanemin evinde ilgimi en çok çeken şeylerdi her zaman. Tom Jones plağının kapağı (resimdeki) çocukluğumun çok belirgin bir imgesidir mesela benim için, çocukluğumla ilgili kafamdaki en önemli imgeleri seçmem istense ilki bu olurdu heralde. Plaklar arasında Bülent Ersoy'un erkeklik zamanı plakları falan da vardı, filmde kadın olarak gördüğün birinin takım elbiseli erkek resimlerini görmek çok garip geliyordu çocuk aklıma (25 yaşındayım, hala da garip geliyor aslında).

O pikap, birkaç "hala çalışıyor mu acaba" denemesi dışında kullanılmadı hiç, evin süsü olarak durdu yıllarca.

Üniversite zamanlarında Can'la (Okay olan) Ulus'taki Bit Pazarı'na takılmaya bayılırdık. İlk gidişimiz Can'a antika fotoğraf makinesi bakmak içindi galiba ve o gidişimizde orayı o kadar çok sevmiştik ki sonrasındaki bir dönem baya gittik. Aslında o kadar sık gidişimizdeki esas neden, şans eseri 2 katlı eski bir binada bulduğumuz, eski plak ve pikaplar satan Gürhan Abi'nin yeriydi. Boney-M, Bee Gees vs. bir sürü çok güzel plak vardı, saatlerce onlara bakar, arada da bazılarını dinlerdik. Money For Nothing'i pek sevmem ama onun sırf gitarla başlayan değişik bir versiyonunu dinlerdik, hayatımda duyduğum en güzel gitar tonunu verirdi o eski ve cızırtılı plak ve pikaplar. Sonradan pek dinlemesek de bir sürü tozlu plak almıştık oradan.

Neyse İstanbul'da eve taşınırken, yadigar pikapı da getirmeye karar verdim Ankara'dan. Yalnız orjinal hoparlörlerini bulamadım ve çalıştığından da emin değildim. Geçen haftaya kadar salonun köşesinde koyduğum yerde duruyordu. Geçen hafta Galata Kulesi'nin yanında Ermeni bir amcanın dükkanını buldum. Her türlü eski pikap, gramofon tamir eden, satan bir dükkan. Ben de götürdüm pikapı emanet ettim. Dün "tamir bitti gel al" diye telefon geldi, gittim, pikapın yanına 2 tane de ikinci el hoparlör alıp salondaki eski yerine koydum yine aleti.

Öncelikle gerçekten çok güzel ve değişik geliyor insana, özellikle de müzik olayını uzunca bir süre i-pod ve beyaz kulaklığına indirgedikten sonra. Hoparlörler bağlı değilken sırf iğneden müzik gelmesi bile inanılmaz.

Ses, bazı cızırtılar olsa da, beklediğimden güzel geldi bana. O cızırtılar da alete havasını veren şeyler zaten. Özellikle acaip yoğun, dolu dolu bası var, yakında alttaki komşumla beni tanıştırıp, apartman içinde sosyalleşmeme yardım etmesi olası. Sıkılıp "Off bu kadar analog yeter, biraz da dijitalleşelim" diyeceğim zamanlar için de I-Pod'u pikapın "tape" girişine bağladım. Gerçi alete biraz hakaret oldu ya, yapacak bir şey yok. Ben de isterim hep 70'lerde yaşamayı ama istemeye istemeye olsa da, 2000'lere de adapte olmak gerek.

12 Ocak 2007

Kişisel Gelişim..

Gün geçmiyor ki insan kendini geliştirmesin..

Şirkette kahveleri, çayları falan şu uyduruk köpük bardaklardan içiyoruz.. Bu aralar bardak üreticisi maliyetten kısmaya karar vermiş heralde, bardaklar baya bir delik çıkmaya başladı.

Dün bardak delik çıktı diye gidip bütün kahveyi lavaboya dökmüştüm. Bugün bardak yine delik çıktı ama ben kahveyi başka bir bardağa aktardım. İnsan zekasının bir günde bu kadar gelişebilmesi çok şaşırtıcı değil mi sizce de?

"Evolution is fascinating to watch. To me it is the most interesting when one can observe the evolution of a single man." ~ Shana Alexander

Alibaz..

...Yıllardır beklediği uyku, sonunda bastırmıştı. Gözkapakları ağırlaşıp sonunda düşmeye başlar başlamaz rahatça kıvrılıp uyuyabileceği bir yer aramaya başladı ve sonunda bir ağacın tepesini gözüne kestirdi. Esneye esneye üst dallara doğru tırmandı. Tam tepeye eriştiğinde gözleri ha kapandı ha kapanacaktı. Neyse ki burada bir leylek yuvası vardı. Anne leylek, bir serseri kurşunla daha o sabah ölmüştü. Alibaz, yuvanın tam ortasına, yumurtaların üzerine kıvrılıp yattı ve derin bir uykuya daldı. Aradan günler geçtikten sonra onun sıcaklığının etkisiyle yumurtalar çatladı ve yavrular, uyuyan çocuğun cebindeki peksimet kırıntıları, bademler, şekerler ve kisnis taneleriyle beslenip büyüdüler. Uçmayı öğrenip güneye göçettiler. Bahar gelip doğdukları yuvaya tekrar geldiklerinde orada uyuyan çocuğu yine gördüler. Onun bitimsiz düşlerini kesmeden yavruladılar ve sonraki nesle, gürültü edip bu çocuğu derin uykusundan uyandırmamalarını sıkı sıkıya tembihledir.

Puslu Kıtalar Atlası. İhsan Oktay Anar

11 Ocak 2007

Eski Dostlar..

Arap spikerin tepkisi komiğime gitti, yoksa ne golü atanı bilirim, ne de yiyeni..

Aklıma şu şarkıyı getirdi:

Hayâl meyâl düşler gibi
Uçup giden kuşlar gibi
Yosun tutan taşlar gibi
Eski dostlar, eski dostlar

Yarabbi akıl ver..

Sıkılmak zaten yeterince kötüyken, daha da kötüsü birsürü işin varken boş boş oturup sıkılmak. Böylece olayın içine vicdan azabı da girip insanı iyice bunaltıyor.

Bu aralar hoparlör olayına takmış durumdayım. Bilenler bilir, son 2 yıldır falan ses işleme vs. işleriyle uğraşıyorum, ses konusunun matematiksel, fiziksel, psikolojik yönleriyle ilgili bir sürü ders aldım ama şu hoparlör denen aletin nasıl ses çıkardığını hala aklım hayalim almıyor.

Olayın mantığı basit aslında, senin benim kulak zarımın yaptığının tam tersini yapıyor alet; gelen elektrik sinyalini bir nevi titreşime (bilimsel tabiriyle kıpraşıma) dönüştürüyor, kıpraşan nesne de (diyafram) hava basıncında oynaşmalar yaratıyor.

Tamam kolay buraya kadar, benim 5 yıllık telefonum bile kıpraşıyor kendi çapında.. Benim anlamadığım, anlayamadığım şey, misal i-pod kulaklığındaki, gözümdeki kontak lensin yarısından bile küçük, bir diyaframın kıpraşak nasıl onca sesi aynı anda çıkarabildiği. 1 cm karelik uyduruk bir kauçuk parçası kıpraşarak nasıl apartman kadar bir kilise orgunun sesiyle sivrisinek kanadının sesini aynı anda çıkarabiliyor veya senfoni orkestrasındaki 50 enstrümanın sesine eş değer ses verebiliyor?

Sanki birgün uzaklardan birileri dünyaya gelmiş, "Size şöyle bir şey veriyoruz, bunla müzik vs. dinleyebilirsiniz ama sorgulamaya kalkmayın sakın" demiş, biz de "kıpraşıyo olm işte, kıpraşınca da ses çıkıyor" diyip daha fazla kurcalama gereği duymamışız.

Off bunu yazmak da sıkıntıma ayrı bir sıkıntı kattı zaten. Kafamın basmadığı ikinci bir olay da arabaların "nıç tık nıç tık" sinyal sesini nasıl çıkarttıklarıdır. Zaten kanımca otomotiv endüstrisinin en üst noktası bu harikulade sestir. Bu ikisini çözersem evliya olabilirim, bu bloga da Tibet tepelerinden devam ederim. Özlü bir sözle bitirelim:

"Hemen hemen bütün Batı ülkelerini gezdim. Hiçbir yerde hoparlör sesi duymadım." ~ F. R. Atay.

10 Ocak 2007

Başlarken..

Başlamak için en iyisi belki de.. Sakin ve huzurlu: Hayatının olmasını istediğin gibi, hayatının hiç olamayacağı gibi..

..life flows on within you and without you