15 Ocak 2007

"I Don't Have To Sell My Soul"

Haber:
"İngiltere’nin köklü kulüplerinden Liverpool, Dubai Veliaht Prensi ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Başbakanı Şeyh Muhammed bin Raşid el Maktum’a bağlı olan ve İngiltere’de yatırımları bulunan Dubai International Capital’a (DIC) satıldı."

Futbolun geleceği belli oldu. Yakında farklı isimler altında oynanan tek maç olacak: Araplar-Ruslar. Veya daha doğrusu Para-Para. Canı sıkılan zengin Amerikalılar da, M.Glazer (Man Utd) gibi, arada oyuna dahil olacaklardır tabi.

Futbolu sevmeye başladığım ve sevmeyi bıraktığım dönem 80'lerin ortasıyla 90'ların ortasına denk gelir. O dönemden sonra benim esas sevdiğimin futbol değil Fenerbahçe olduğuna karar vermişimdir ve Avrupa, Dünya Kupalarının önemli maçları (ve tabi ki Fenerbahçe) dışında sıkılmadan izlediğim maç çok nadir olmuştur.

Bizim akranlar için 80'li yılların ve o yılların futbolcularının çok büyük önemi vardır. Mesela şu anda çoğunlukla rakip takımın futbolcusundan nefret ederiz ama o yılların rakip takım futbolcularından(bazı istisnalar dışında) nefret edenimiz çok az vardır. Şeytan Rıdvan'ı, Kaptan Cüneyt'i, Sarı Fırtına Metin'i severiz çoğumuz. Bu, belki çocukluğumuzu özlememizle ilgili bir şey -aynen "nerede o eski bayramlar" diyen yaşça büyüklerin, eski bayramlardan çok eski dinç günlerini özlemesi gibi-, belki de daha o yaşlarda nefretin insanı ne kadar çok besleyebildiğini bilmememizle ilgili.

Trt3 arada 80'lerin maçlarını veriyor, insan o kadar mutlu olup eğleniyor ki onları izlerken.. Dolmuştan bozma uyduruk bir minibüsten, kendi günlük kıyafetleriyle, kot ve deri ceketleriyle inen futbolcular -hatta bazıları stada kendileri geliyorlar, halısahaya gider gibi-, maçtan önce ve maç sırasında futbolcularla yapılan süper ropörtajlar, kenarda sürekli sigara içen teknik direktörler vs.. Hepsinde Münir Özkul, Adile Naşit filmlerinin yıkık-dökük ama sıcak ve samimi havası var.

Ne zaman Amerikan görgüsüzlüğünün en büyük simgelerinden Nayki, futbol işine girdi, her şey tersine döndü. Zamanında bize de çok güzel geliyordu o ayakkabıların yanındaki karizmatik kanat. "Olm şu takımın forma Nike, gördün mü lan süper" diyor, halısaha ayakkabısı alacaksak önce Nike'a bakıyorduk. Sonra bir bakmışız her şeyimiz marka savaşlarına dönmüş, 4 yıl sabırsızlıkla beklediğimiz Dünya Kupası'nın finali Brezilya-Fransa maçından çok Nike-Adidas maçı olmuş, Nike takımının forvetlerini Nike reklam departmanı belirlemiş, sonunda maçı kazanan Adidas, "Adidas:3 Nike:0" diye reklam yapmış...

Eski Dünya Kupalarının finallerindeki golleri hepimiz atağın başlangıcından gol sevincine kadar biliriz, çünkü bizim gözümüzde dünyanın en epik olaylarıdır onlar. Peki 82'de Tardelli'nin attığı golle, 2002'de, bu sefer Nike Adidas'ı 2-0 yenerken, reklam yıldızı Ronaldo'nun attığı 2. golü karşılaştırmak mümkün mü mesela? İkisinde de top çizgiyi geçiyor ama ilkinin -her türlü- muhteşemliği yanında diğerinin esamesi bile okunur mu?

Zaten para savaşlarına dönen oyun sonunda Arap ve Rusların petrol parası kapışmasına döndü, işin kötüsü de olaya, bu işe en çok gönül vermiş insanların yaşadığı yerden, İngiltere'den başladılar.. Kaleyi olabilecek en içinden fethettiler yani. Liverpool'un liman işçilerinin ruhundan doğan, yeryüzündeki belki de en asil takım artık Arap petrol zenginlerinin. Takımı satın alan elaman hayatında kaç maç izlemiştir acaba veya ilgilenmeden önce Liverpool'un forma rengini biliyor mudur? Bu haber bize bile koyuyorsa Liverpoolluların halini düşünmek bile istemiyorum..

Zengin Amerikalı Glazer, Manchester United'ı satın almaya kalktığında, ki sonunda %98'ini aldı, Unitedlı taraftarlar "FC United of Manchester" diye bir takım kurmuşlardı, bu Endüstriyel Futbol palavrasına karşı. Onların maçta açtıkları muhteşem pankart her şeyi özetliyordu zaten:

"I don't have to sell my soul"

Hiç yorum yok: