AB Komiseri Franco Frattini:
"Türkiye'de laik azınlığın hakları korunmalıdır"
Şahane..
24 Temmuz 2007
Seçim ve Tarabyalı Rüzgar Mustafa
Öncelikle daha ciddi bir seçim yazısı için: Ahmet Cihat'la seçimin içinden
Biliyorsunuz, bir seçimi daha atlattık ve sol işaret parmağımızdaki mürekkepleri çıkartmakla meşgulüz bugünlerde. Bu mürekkepler, seçimle ilgili diğer bazı şeylerin aksine daha kolay çıkıyor vücuttan. Benim mürekkep aynen geçen seçimde olduğu gibi yine çabuk ve kolay çıktı, ki olay anında ben bunu gidişatın geçen seçime benzeyeceği yönünde değerlendirmiştim.
Benim çevremdeki oy sayımında CHP %90 küsurla birinci parti çıkmış olmasına rağmen (berberim AKP'ye vermiş), Türkiye genelinde AKP neredeyse %50 oy aldı ve demokrasinin bir cilvesi olarak yine benim devletlum olacak. Kendilerine hayrını görsünler diyorum, benden uzak Allah'a yakın olsunlar, ki zaten öyleler galiba. Dinsiz-imansız paraya da daha yakınlar. Bir gemiciğim bile yok benim. Daha olmayan oğlumun 650 tane apartman dairesi de yok; ilerde oğlum olursa bile o kadar apartman dairesi yine olmayacak. Yalnız bu kendi söyleyişleriyle tramvay-demokrasiyi çok ciddiye almazlar inşallah, çünkü tarih "ben odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm" ve "siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz" diyip daha durağa gelemeden tramvaydan inmek zorunda kalanları da gördü.
Anadolu genelde tutucu olmuştur zaten. Nasıl ki saatte 10km hızla 1000km yol gitmesi gereken kamyoncuların sürekli arabesk dinlemesi çok normalse, hayatlarında uçsuz bucaksız sarı bozkırdan başka bir şey görmeyen insanların da tutucu olması çok normal. Kızına tecavüz edilince kızını tecavüzcüsüyle evlenmek zorunda bırakan, evlenmezse de kızını öldüren anlayışta bir toplum düzeni hala sürmekte çoğu yerde. Bu durumda bana tutucu-sağ'ın bu düzeyde oy alması çok garip gelmiyor.
Şimdi adını hatırlayamadığım garip mühendislik dersinin politik testinde solcu çıkmıştım zamanında. (Testi yapmak isteyenler buraya tıklasın) Türkiye'de merkez sol bana göre hiçbir zaman bu düzeyde bir oy alamaz zaten (Geri kalan uçuk sol zaten oy alamaz.) Merkez solun oyu yaklaşık %30 küsur civarında gelip gider. Mesela 91 seçimlerinde sol partiler (SHP+DSP) yaklaşık %30 almış. Bu oran 95 seçimlerinde %25'e düşerken (DSP+CHP) 99'da yine %30'a çıkmış (DSP+CHP). Bundan soraki seçimlerde doyumsuz pehlivan Baykal'ın da yoğun çabalarıyla %20'de kalmış hep merkez sol. Aslında bence buradaki olay Türkiye'de merkez solla merkez sağın pek bir farkının olmaması. Yoksa cidden sağ-sol farkı olsa bu kadar bariz oynama olmaz heralde 10 yılda; ne bu %10'luk sol kesimin birden topluca sağcı olması mümkün (parayı görenleri olmuş olabilir ama o kadar çok kişi de para görmemiştir) ne de bu solcuların topluca Hakkın rahmetine kavuşması (ölenler tabi olmuştur ama sırf solcular da ölmüyor ki).
Yukarıda da demiştim, bizim berber AKP'ye vermiş oyunu. Tıraşa başlarken bana "abi kilomu aldın" dediği için kendisine sinirliydim zaten, tam onla az biraz konuşuyorduk seçimleri, bu sırada başka bir müşteri geldi. Belli ki Etiler-Akatlar jetset'inin ünlü simalarından. Adam fanatik AKPli çıktı, "diğer partilere oy verenler dangalaktır"a kadar getirdi lafın sonunu. Ama tipini görseniz "maşallah, işte Türkiye'nin aydınlık yüzü" dersiniz, oysa ki "cüzdanımdaki paraların rahatı yerindeyse, benim de rahatım yerinde" felsefesinin temsilcilerinden. Sonra bi ara laf Atatürk'e geldi, bu sefer de "Atatürk gibi büyük adam bir daha gelmez bu topluma, o olsaydı şimdi bu halde mi olurduk" nutku çekti 10 saat. Bu kadar Atatürk özlemiyle yanıp tutuşan bir adamın gidip Tayyip'e oy verip üstüne de Tayyip'i öve öve bitirememesi garip geldi tabi bana. Bu Tayyip olayında zaten baştan sonra bir gariplik var, ya biz ve çevremizdekiler bir şeyi atlıyoruz bu adamla ilgili, ya da başka bir şey. Alttaki yazıda da var mesela, solcu geçinenlerin de katkısıyla anayasa değiştirilip seçim tekrarlandı sırf bu adam için ve Türkiye bunu çok çok normal karşıladı zamanında, hatta demokrasi zaferi falan dendi.
Bu tür olaylarda hiç bir zaman daha yumuşak, daha ortada kalamıyorum ben. Mesela çevremizden de duyduğumuz gibi "Gönlüm CHP, aklım AKP diyor" diyemem hiçbir zaman, diyene de iyi gözle bakmam. Futbolda da aynen böyle bu durum; kendini bir takıma ait görüyorsan sonuna kadar gideceksin, maçlarda seyirci değil taraftar olacaksın vs vs. Bridget Jones değiliz, uçuk-kaçık serseri Hugh Grant ile efendi akıllı uslu avukatın ortasında kalalım, her gün başkasına öpücük yollayalım. Gerçi bazı politik konularda inanılmaz faşist olabiliyorken, bazen de inanılmaz hümanist oluyorum. Benimle aynı şeyleri düşünen insanlara çok hümanist yaklaşıyorum mesela, gerisini kesebiliriz. Seçkin'in msn'e falan yazdığı gibi bende de içten içe bir Jakobenlik var galiba.
Başlıktaki "Tarabyalı Rüzgar Mustafa" demin bindiğim ve beni bu yazıyı yazdığım eve getiren taksicinin kendine yakıştırdığı isim tamlamasıydı. Bir yerlerden çalmamışsa bence oldukça güzel olmuş, başlığa yazarak kutlayayım dedim.
Biliyorsunuz, bir seçimi daha atlattık ve sol işaret parmağımızdaki mürekkepleri çıkartmakla meşgulüz bugünlerde. Bu mürekkepler, seçimle ilgili diğer bazı şeylerin aksine daha kolay çıkıyor vücuttan. Benim mürekkep aynen geçen seçimde olduğu gibi yine çabuk ve kolay çıktı, ki olay anında ben bunu gidişatın geçen seçime benzeyeceği yönünde değerlendirmiştim.
Benim çevremdeki oy sayımında CHP %90 küsurla birinci parti çıkmış olmasına rağmen (berberim AKP'ye vermiş), Türkiye genelinde AKP neredeyse %50 oy aldı ve demokrasinin bir cilvesi olarak yine benim devletlum olacak. Kendilerine hayrını görsünler diyorum, benden uzak Allah'a yakın olsunlar, ki zaten öyleler galiba. Dinsiz-imansız paraya da daha yakınlar. Bir gemiciğim bile yok benim. Daha olmayan oğlumun 650 tane apartman dairesi de yok; ilerde oğlum olursa bile o kadar apartman dairesi yine olmayacak. Yalnız bu kendi söyleyişleriyle tramvay-demokrasiyi çok ciddiye almazlar inşallah, çünkü tarih "ben odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm" ve "siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz" diyip daha durağa gelemeden tramvaydan inmek zorunda kalanları da gördü.
Anadolu genelde tutucu olmuştur zaten. Nasıl ki saatte 10km hızla 1000km yol gitmesi gereken kamyoncuların sürekli arabesk dinlemesi çok normalse, hayatlarında uçsuz bucaksız sarı bozkırdan başka bir şey görmeyen insanların da tutucu olması çok normal. Kızına tecavüz edilince kızını tecavüzcüsüyle evlenmek zorunda bırakan, evlenmezse de kızını öldüren anlayışta bir toplum düzeni hala sürmekte çoğu yerde. Bu durumda bana tutucu-sağ'ın bu düzeyde oy alması çok garip gelmiyor.
Şimdi adını hatırlayamadığım garip mühendislik dersinin politik testinde solcu çıkmıştım zamanında. (Testi yapmak isteyenler buraya tıklasın) Türkiye'de merkez sol bana göre hiçbir zaman bu düzeyde bir oy alamaz zaten (Geri kalan uçuk sol zaten oy alamaz.) Merkez solun oyu yaklaşık %30 küsur civarında gelip gider. Mesela 91 seçimlerinde sol partiler (SHP+DSP) yaklaşık %30 almış. Bu oran 95 seçimlerinde %25'e düşerken (DSP+CHP) 99'da yine %30'a çıkmış (DSP+CHP). Bundan soraki seçimlerde doyumsuz pehlivan Baykal'ın da yoğun çabalarıyla %20'de kalmış hep merkez sol. Aslında bence buradaki olay Türkiye'de merkez solla merkez sağın pek bir farkının olmaması. Yoksa cidden sağ-sol farkı olsa bu kadar bariz oynama olmaz heralde 10 yılda; ne bu %10'luk sol kesimin birden topluca sağcı olması mümkün (parayı görenleri olmuş olabilir ama o kadar çok kişi de para görmemiştir) ne de bu solcuların topluca Hakkın rahmetine kavuşması (ölenler tabi olmuştur ama sırf solcular da ölmüyor ki).
Yukarıda da demiştim, bizim berber AKP'ye vermiş oyunu. Tıraşa başlarken bana "abi kilomu aldın" dediği için kendisine sinirliydim zaten, tam onla az biraz konuşuyorduk seçimleri, bu sırada başka bir müşteri geldi. Belli ki Etiler-Akatlar jetset'inin ünlü simalarından. Adam fanatik AKPli çıktı, "diğer partilere oy verenler dangalaktır"a kadar getirdi lafın sonunu. Ama tipini görseniz "maşallah, işte Türkiye'nin aydınlık yüzü" dersiniz, oysa ki "cüzdanımdaki paraların rahatı yerindeyse, benim de rahatım yerinde" felsefesinin temsilcilerinden. Sonra bi ara laf Atatürk'e geldi, bu sefer de "Atatürk gibi büyük adam bir daha gelmez bu topluma, o olsaydı şimdi bu halde mi olurduk" nutku çekti 10 saat. Bu kadar Atatürk özlemiyle yanıp tutuşan bir adamın gidip Tayyip'e oy verip üstüne de Tayyip'i öve öve bitirememesi garip geldi tabi bana. Bu Tayyip olayında zaten baştan sonra bir gariplik var, ya biz ve çevremizdekiler bir şeyi atlıyoruz bu adamla ilgili, ya da başka bir şey. Alttaki yazıda da var mesela, solcu geçinenlerin de katkısıyla anayasa değiştirilip seçim tekrarlandı sırf bu adam için ve Türkiye bunu çok çok normal karşıladı zamanında, hatta demokrasi zaferi falan dendi.
Bu tür olaylarda hiç bir zaman daha yumuşak, daha ortada kalamıyorum ben. Mesela çevremizden de duyduğumuz gibi "Gönlüm CHP, aklım AKP diyor" diyemem hiçbir zaman, diyene de iyi gözle bakmam. Futbolda da aynen böyle bu durum; kendini bir takıma ait görüyorsan sonuna kadar gideceksin, maçlarda seyirci değil taraftar olacaksın vs vs. Bridget Jones değiliz, uçuk-kaçık serseri Hugh Grant ile efendi akıllı uslu avukatın ortasında kalalım, her gün başkasına öpücük yollayalım. Gerçi bazı politik konularda inanılmaz faşist olabiliyorken, bazen de inanılmaz hümanist oluyorum. Benimle aynı şeyleri düşünen insanlara çok hümanist yaklaşıyorum mesela, gerisini kesebiliriz. Seçkin'in msn'e falan yazdığı gibi bende de içten içe bir Jakobenlik var galiba.
Başlıktaki "Tarabyalı Rüzgar Mustafa" demin bindiğim ve beni bu yazıyı yazdığım eve getiren taksicinin kendine yakıştırdığı isim tamlamasıydı. Bir yerlerden çalmamışsa bence oldukça güzel olmuş, başlığa yazarak kutlayayım dedim.
Deniz Bey, o fotoğrafı çıkarıp bakmanın zamanı geldi! / Z. Livaneli
Seçimler öncesi CHP’ye zarar vermemek için bildiğim birçok konuyu içime gömerek sustum, bundan sonra da bu parti ve liderine ilişkin hiçbir şey yazmayacağım.
Çünkü bir faydası olacağına inanmıyorum.
Ama bu konudaki son yazımda size bir tanıklığımı aktarmak zorundayım.
Bunu bir borç olarak görüyorum:
***
Deniz Bey lütfen hatırlayın:
19 Aralık 2002 tarihinde karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen’in evindeydik.
Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum.
Abdullah Gül Başbakandı, Tayyip Erdoğan’ın ise Meclis’e girme umudu kalmamıştı.
Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan’ın “milletvekili olmadan başbakan olma'' önerisini reddetmişti.
Türkiye’nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz “Tayyip Erdoğan başbakan olacak!'' diye tutturdunuz.
Sizi “Çok tehlikeli bir oyun bu!'' diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız, “Hayır!'' dediniz “İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz.'' Sizin bu iddianıza karşılık ben ne dedim: “Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan’ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var. Program Türkiye’yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek.'' İki ay dayanamaz iddianızı, “görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar.'' tezine oturttunuz.
Ama bunların hepsi bahaneydi çünkü siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz. Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi yok etmek yetiyordu. Bu iş birliğini daha sonra da sürdürdünüz.
O zaman ben sizin Tayyip Erdoğan’la seçim öncesinde Beylerbeyi’nde gizlice buluştuğunuzu ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum.
Bu gecenin tanıkları var: Önder Sav, Eşref Erdem, Mehmet Sevigen, Bülent Tanla, Yaşar Nuri Öztürk.
Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar. Yani tanıklar var. Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir. Siz de bilirsiniz.
Tartışmanın sonunda dediniz ki: “Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik. İki ay sonra çıkarıp bakalım. Ama rotuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?'' Şimdi, 2007 seçimlerinin ardından o fotoğrafı cebinizden çıkarıp bakın Deniz Bey.
Ve düşünün; Meclis grubunda “Erdoğan’ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum. Var mı itirazı olan!'' diye bas bas bağırmanıza değdi mi?
Erdoğan’la Beylerbeyi’nde gizlice buluşmaya ve size oy veren milyonları hiçe sayarak gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi? (Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var.)
Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan.
Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı meclise sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu.
Size o gün söylediğim gibi, Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz.
Deniz Bey; sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin. “Öyle değildi. Böyle konuşmadık.'' deyin.
Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkâr edin.
Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün.
Deniz Bey; çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim.
Ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız, hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız.
Tayyip Erdoğan’ın yüzde 34 oyla meclisin üçte ikisini ele geçirmesinin manivelası oldunuz.
Daha önce Refah Partisi’nin belediyeleri ele geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti..
Tayyip Erdoğan’ların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçek’lerin en büyük şansı sizdiniz.
CHP’nin ise en büyük şanssızlığı oldunuz.
Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz.
Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha birçok sosyal demokratla el ele tutuşup halkın karşısına çıkmanız gerekirken; eski MHP’lileri, eski ANAP’lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz.
Size defalarca “Bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!'' dememize rağmen, sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz.
Sağcıları ve sekreterinizi Meclis’e sokarken, İsmet Paşa’nın Avrupa Konseyi’nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsün Bilgehan’ı Meclis dışında bıraktınız.
İnanın ki bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum. Keşke haklı çıkmasaydım, keşke sizin tahminleriniz doğrulansaydı diyorum ama durum ortada.
Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de size inanan temiz yürekli sosyal demokratlara.
Artık bundan sonra istifa etseniz de bir etmeseniz de.
Bad-el harab-ül Basra!
Zülfü Livaneli / Vatan Gazetesi
Çünkü bir faydası olacağına inanmıyorum.
Ama bu konudaki son yazımda size bir tanıklığımı aktarmak zorundayım.
Bunu bir borç olarak görüyorum:
***
Deniz Bey lütfen hatırlayın:
19 Aralık 2002 tarihinde karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen’in evindeydik.
Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum.
Abdullah Gül Başbakandı, Tayyip Erdoğan’ın ise Meclis’e girme umudu kalmamıştı.
Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan’ın “milletvekili olmadan başbakan olma'' önerisini reddetmişti.
Türkiye’nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz “Tayyip Erdoğan başbakan olacak!'' diye tutturdunuz.
Sizi “Çok tehlikeli bir oyun bu!'' diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız, “Hayır!'' dediniz “İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz.'' Sizin bu iddianıza karşılık ben ne dedim: “Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan’ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var. Program Türkiye’yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek.'' İki ay dayanamaz iddianızı, “görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar.'' tezine oturttunuz.
Ama bunların hepsi bahaneydi çünkü siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz. Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi yok etmek yetiyordu. Bu iş birliğini daha sonra da sürdürdünüz.
O zaman ben sizin Tayyip Erdoğan’la seçim öncesinde Beylerbeyi’nde gizlice buluştuğunuzu ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum.
Bu gecenin tanıkları var: Önder Sav, Eşref Erdem, Mehmet Sevigen, Bülent Tanla, Yaşar Nuri Öztürk.
Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar. Yani tanıklar var. Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir. Siz de bilirsiniz.
Tartışmanın sonunda dediniz ki: “Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik. İki ay sonra çıkarıp bakalım. Ama rotuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?'' Şimdi, 2007 seçimlerinin ardından o fotoğrafı cebinizden çıkarıp bakın Deniz Bey.
Ve düşünün; Meclis grubunda “Erdoğan’ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum. Var mı itirazı olan!'' diye bas bas bağırmanıza değdi mi?
Erdoğan’la Beylerbeyi’nde gizlice buluşmaya ve size oy veren milyonları hiçe sayarak gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi? (Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var.)
Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan.
Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı meclise sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu.
Size o gün söylediğim gibi, Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz.
Deniz Bey; sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin. “Öyle değildi. Böyle konuşmadık.'' deyin.
Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkâr edin.
Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün.
Deniz Bey; çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim.
Ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız, hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız.
Tayyip Erdoğan’ın yüzde 34 oyla meclisin üçte ikisini ele geçirmesinin manivelası oldunuz.
Daha önce Refah Partisi’nin belediyeleri ele geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti..
Tayyip Erdoğan’ların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçek’lerin en büyük şansı sizdiniz.
CHP’nin ise en büyük şanssızlığı oldunuz.
Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz.
Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha birçok sosyal demokratla el ele tutuşup halkın karşısına çıkmanız gerekirken; eski MHP’lileri, eski ANAP’lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz.
Size defalarca “Bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!'' dememize rağmen, sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz.
Sağcıları ve sekreterinizi Meclis’e sokarken, İsmet Paşa’nın Avrupa Konseyi’nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsün Bilgehan’ı Meclis dışında bıraktınız.
İnanın ki bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum. Keşke haklı çıkmasaydım, keşke sizin tahminleriniz doğrulansaydı diyorum ama durum ortada.
Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de size inanan temiz yürekli sosyal demokratlara.
Artık bundan sonra istifa etseniz de bir etmeseniz de.
Bad-el harab-ül Basra!
Zülfü Livaneli / Vatan Gazetesi
17 Temmuz 2007
Köktencilik (Tehlikeli Güç)
Noam Chomsky ve Gilbert Achcar'ın ABD'nin dış siyaseti ve Ortadoğu hakkındaki karşılıklı diyaloglarını içeren "Tehlikeli Güç" isimli kitabı okumaktayım. Kitap bu gücün gerçekten de ne kadar tehlikeli bir yere vardığını anlatıyor. Kitabı okurken biryerlere bazı şeyleri not edeyim dedim ve bu notları buraya da yazacağım. Bugünkü notlar "Köktencilik" (Kökten dincilik) bölümünden. Bizim şu andaki durumumuzla ne kadar örtüştüğünü görmemiz açısından çok önemli bence.
---KÖKTENCİLİK---
ACHCAR: ...İslami köktenciliğin şimdiki gücü, gayet doğrudan yürütülen ABD siyasetlerinin doğrudan bir ürünüdür...Seküler ulusalcılık, onu baş düşmanı olarak gören ABD tarafından zayıflatılmış ve tahrip edilmiştir...Ve ABD seküler ulusalcılığa, komünizme ya da bölgedeki her türlü seküler solcu ya da ilerici akıma karşı Suudi Krallığındaki İslami köktenciliği çok kasıtlı biçimde kullandı.
CHOMSKY: ...(1960'lardan ve o zamanki ABD yönetiminden söz etmekte) seküler ulusalcı bir hareketin Ortadoğu petrolünü ele geçirmesinden ve onu bölgesel amaçlar için kullanmasından korkuyorlardı...Bu durumda, evet, seküler ulusçuluğun yok edilmesi gerekiyordu. Ve bu en aşırı köktenci devlet Suudi Arabistanla yapılabilirdi ve daha sonraki Reagan yıllarında ABD köktenciliğe yönelmesi için Pakistan'a yardımcı oldu. Bu ülkenin nükleer silahlar geliştirmesine bile izin verdiler ve bunu bilmiyormuş gibi yaptılar.
(Afganistan, Filistin, Lübnan gibi birçok benzer örnek verilmekte konuşmanın devamında. Bizim durumumuz da malum zaten.)
ACHCAR ...Aynı öykü hep tekrarlanıyor: ABD hükümeti bir tür cinin şişeden çıkmasına izin veriyor, ama onu denetleyemiyor ve bir süre sonra cin onların karşısına dikiliyor.
CHOMSKY: ...Ve tartışmanın, dikkatin ve başkanlık siyasetinin vb. odağını refah açısından marjinal sorunlara, söz gelimi eşcinsel haklarına kaydırabilirseniz, işçi sendikalarını yok etmek, başkaları hayatlarını zar zor sürdürürken aşırı zenginlerin yararına bir toplumsal/siyasal sistem kurmak isteyenler için harika bir iş yapmış olursunuz.
(Satılmış medyanın seçime 10 gün kala en önemli gündem maddesinin onun bunun selülitleri olması gibi)
...Aslında CEO'ların tutumuma bir göz atabilirsiniz. Onlara liberal deniyor...Örnek vermek gerekirse, iş dünyasının basın yayın organları son seçimlerin ardından yünetim kurulu odalarında yaşanan, kendi deyişleriyle "coşku"yu betimliyorlardı... onların bildikleri tek şey işlerini serbestçe yürütebilmektedir. Ve işi yürütebiliyorsanız, bu bir başarıdır; halkı denetim altında tutabilme yöntemlerinden biri budur. Bunun yanında, korku yayarsınız; bu da standart bir araçtır.
(Aynen medyanın ve iş dünyasının "AKP hükümeti devam etmezse istikrarsızlık gelir, yanarız biteriz" yaygarası gibi.)
...Carter'dan önce hiç kimse başkanın dindar olup olmamasını umursamıyordu... Ancak Carter, muhtemelen samimi olarak, parti yöneticilerine her nasılsa bir şey öğretti. Buna göre yüzünüze dindar bir ifade yerleştirmeniz (ve kalbinizde imandan, tövbekar olduğunuzdan, İsa'yı gördüğünüzden vb. söz etmeniz) halinde büyük bir seçmen bloğunu cezbedebilecek bir yöntem edinmiş oluyordunuz...İslami köktenciliğin yükselişine ve kullanılışına ilişkin betimlediğim şey ile bu durum arasında bazı bakımlardan benzerlikler var.
(Bizzat Tayyip ve öncesi ile "Dindar cumhurbaşkanı seçeceğiz" olayları)
---
Şimdilik bu kadar , kitabı okudukça önemli gördüğüm yerleri not etmeye devam edeceğim..
---KÖKTENCİLİK---
ACHCAR: ...İslami köktenciliğin şimdiki gücü, gayet doğrudan yürütülen ABD siyasetlerinin doğrudan bir ürünüdür...Seküler ulusalcılık, onu baş düşmanı olarak gören ABD tarafından zayıflatılmış ve tahrip edilmiştir...Ve ABD seküler ulusalcılığa, komünizme ya da bölgedeki her türlü seküler solcu ya da ilerici akıma karşı Suudi Krallığındaki İslami köktenciliği çok kasıtlı biçimde kullandı.
CHOMSKY: ...(1960'lardan ve o zamanki ABD yönetiminden söz etmekte) seküler ulusalcı bir hareketin Ortadoğu petrolünü ele geçirmesinden ve onu bölgesel amaçlar için kullanmasından korkuyorlardı...Bu durumda, evet, seküler ulusçuluğun yok edilmesi gerekiyordu. Ve bu en aşırı köktenci devlet Suudi Arabistanla yapılabilirdi ve daha sonraki Reagan yıllarında ABD köktenciliğe yönelmesi için Pakistan'a yardımcı oldu. Bu ülkenin nükleer silahlar geliştirmesine bile izin verdiler ve bunu bilmiyormuş gibi yaptılar.
(Afganistan, Filistin, Lübnan gibi birçok benzer örnek verilmekte konuşmanın devamında. Bizim durumumuz da malum zaten.)
ACHCAR ...Aynı öykü hep tekrarlanıyor: ABD hükümeti bir tür cinin şişeden çıkmasına izin veriyor, ama onu denetleyemiyor ve bir süre sonra cin onların karşısına dikiliyor.
CHOMSKY: ...Ve tartışmanın, dikkatin ve başkanlık siyasetinin vb. odağını refah açısından marjinal sorunlara, söz gelimi eşcinsel haklarına kaydırabilirseniz, işçi sendikalarını yok etmek, başkaları hayatlarını zar zor sürdürürken aşırı zenginlerin yararına bir toplumsal/siyasal sistem kurmak isteyenler için harika bir iş yapmış olursunuz.
(Satılmış medyanın seçime 10 gün kala en önemli gündem maddesinin onun bunun selülitleri olması gibi)
...Aslında CEO'ların tutumuma bir göz atabilirsiniz. Onlara liberal deniyor...Örnek vermek gerekirse, iş dünyasının basın yayın organları son seçimlerin ardından yünetim kurulu odalarında yaşanan, kendi deyişleriyle "coşku"yu betimliyorlardı... onların bildikleri tek şey işlerini serbestçe yürütebilmektedir. Ve işi yürütebiliyorsanız, bu bir başarıdır; halkı denetim altında tutabilme yöntemlerinden biri budur. Bunun yanında, korku yayarsınız; bu da standart bir araçtır.
(Aynen medyanın ve iş dünyasının "AKP hükümeti devam etmezse istikrarsızlık gelir, yanarız biteriz" yaygarası gibi.)
...Carter'dan önce hiç kimse başkanın dindar olup olmamasını umursamıyordu... Ancak Carter, muhtemelen samimi olarak, parti yöneticilerine her nasılsa bir şey öğretti. Buna göre yüzünüze dindar bir ifade yerleştirmeniz (ve kalbinizde imandan, tövbekar olduğunuzdan, İsa'yı gördüğünüzden vb. söz etmeniz) halinde büyük bir seçmen bloğunu cezbedebilecek bir yöntem edinmiş oluyordunuz...İslami köktenciliğin yükselişine ve kullanılışına ilişkin betimlediğim şey ile bu durum arasında bazı bakımlardan benzerlikler var.
(Bizzat Tayyip ve öncesi ile "Dindar cumhurbaşkanı seçeceğiz" olayları)
---
Şimdilik bu kadar , kitabı okudukça önemli gördüğüm yerleri not etmeye devam edeceğim..
15 Temmuz 2007
Sahalarımızda görmek istemediğimiz olaylar..
Aşağıdaki yazı bir forumdan (tabi ki antu.com) birebir alıntıdır. Olay komik geldi, aşağıda kısa bir videosu da var.
---
1994 de ki Shell Caribbean Cup da cok komik bir olay yasanmis.
Grub maclarin da beraberlik sayilmadigi icin‚uzatmalara gidiyormus bütün maclar‚FIFA ilk defa "Altin golü" deniyordu bu turnuva da.Uzatmada "Altin golün" degeri 2 gol sayiliyormus bu turnuva da.Yani golü atan takim 2:0 olarak yenmis sayiliyor.
1. Grenada 3 Puan 2:0
2. Puerto Rico 3 Puan 1:2
3. Barbados 0 Puan 0:1
Barbados 1. olmasi icin maci 2 farkli yenmeli.Grenada 1 farkli yenilirse 1.olarak tur atliyor.
Barbados 83. dakikaya kadar 2:0 öndeymis‚ta ki o dakika da golü yiyesiye kadar.Durum 2:1 oluyor.Bu durum da Grenada bir üst tur da sayiliyor.Iste o an Barbadoslu oyuncularin aklina FIFA nin "Altin gol" kurali geliyor.7 dakika icin de 3:1 atmak zor diyorlar‚en iyisi kendi kalemize gol atalim‚bari uzatma da 30 dakika zamanimiz olur maci kazanmak icin‚nasil olsa uzatmada atilan gol 2 gol olarak degerlendiriyor ve bu golle grub 1. olabiliriz düsüncesi ile kendi kalelerine 87. dakika da gol atiyorlar‚durum 2:2 oluyor.Tam bu sira da Grenadali oyuncularin aklina geliyor o kural da.Adamlar tek farkli yenilirlerse bir üst tura cikiyorlar.
Hakem maci yine baslatiyor‚Grenadali oyunculari topu alip‚kendi kalesine dogru atak yapiyorlar‚cünkü onlara 1 farkli yenilgi yetiyor‚bu ara bunu fark eden Barbadoslu oyuncular gidip Grenada nin kalesine korumaya basliyorlar‚hem kendi kalelerini hem de rakibin kalesini koruyorlar.5 dakika sürüyor böyle bu durum ve mac uzatmaya gidiyor.Uzatmada da Barbados golü buluyor ve bir üst tura cikiyor
Dünya Futbolun da ilk defa 5 dakikaligina 2 kaleyi koruyan takim Barbados olarak tarihe geciyor.
---
1994 de ki Shell Caribbean Cup da cok komik bir olay yasanmis.
Grub maclarin da beraberlik sayilmadigi icin‚uzatmalara gidiyormus bütün maclar‚FIFA ilk defa "Altin golü" deniyordu bu turnuva da.Uzatmada "Altin golün" degeri 2 gol sayiliyormus bu turnuva da.Yani golü atan takim 2:0 olarak yenmis sayiliyor.
1. Grenada 3 Puan 2:0
2. Puerto Rico 3 Puan 1:2
3. Barbados 0 Puan 0:1
Barbados 1. olmasi icin maci 2 farkli yenmeli.Grenada 1 farkli yenilirse 1.olarak tur atliyor.
Barbados 83. dakikaya kadar 2:0 öndeymis‚ta ki o dakika da golü yiyesiye kadar.Durum 2:1 oluyor.Bu durum da Grenada bir üst tur da sayiliyor.Iste o an Barbadoslu oyuncularin aklina FIFA nin "Altin gol" kurali geliyor.7 dakika icin de 3:1 atmak zor diyorlar‚en iyisi kendi kalemize gol atalim‚bari uzatma da 30 dakika zamanimiz olur maci kazanmak icin‚nasil olsa uzatmada atilan gol 2 gol olarak degerlendiriyor ve bu golle grub 1. olabiliriz düsüncesi ile kendi kalelerine 87. dakika da gol atiyorlar‚durum 2:2 oluyor.Tam bu sira da Grenadali oyuncularin aklina geliyor o kural da.Adamlar tek farkli yenilirlerse bir üst tura cikiyorlar.
Hakem maci yine baslatiyor‚Grenadali oyunculari topu alip‚kendi kalesine dogru atak yapiyorlar‚cünkü onlara 1 farkli yenilgi yetiyor‚bu ara bunu fark eden Barbadoslu oyuncular gidip Grenada nin kalesine korumaya basliyorlar‚hem kendi kalelerini hem de rakibin kalesini koruyorlar.5 dakika sürüyor böyle bu durum ve mac uzatmaya gidiyor.Uzatmada da Barbados golü buluyor ve bir üst tura cikiyor
Dünya Futbolun da ilk defa 5 dakikaligina 2 kaleyi koruyan takim Barbados olarak tarihe geciyor.
13 Temmuz 2007
God loves his children..
Bu gidişle bu konserin bütün vidyoların koyacağım buraya. Hepsi birbirinden güzel ya, sabah işe gelince açıyorum youtube'u, giderken kapıyorum; bütün gün sürekli bunları dinliyorum yani.
Burada özellikle Thom Yorke'un "God loves his children" (şarkının son sözleri) derken ki surat ifadesi çok güzel..
Burada özellikle Thom Yorke'un "God loves his children" (şarkının son sözleri) derken ki surat ifadesi çok güzel..
11 Temmuz 2007
Şerefsiz iPod..
Daha alındığının ikinci günü 20 küsur GB arşivimi yedi, hadi dedim sabırlı olalım, bu seferlik affedelim, zaten suç ondan da boktan programı iTunes'da..
Arada kendisine mümkün olduğunca iyi baktım. Hatta Seçkin bilir, üstündeki çiziklere üzülüp içindeki ve bilgisayarımdaki şarkıları yeniden silmesin diye gittim orjinal cilasını aldım aletin. Cila az buz bir şey de değil. 2 ayrı cilası var, biri plastik ön tarafı için, diğeri metal arka yüzü için. Bu metalik cila zehirli mehirli bir şeymiş, sürerken özel eldiven falan takıyorsun, yani hayatımı tehlikeye attım bu alet için..
Peki o ne yaptı, daha cilası kurumadan ekranda :( çıkardı. Bu işaret iPod'unuz yaprak döneri yedi demekmiş. Adamların kaç paraya sattıkları, tek görevi şarkıları saklayıp gerektiğinde çalmak olan sikindirik aleti 6 ayda bir daha açılmamak üzere bozuluyor, üstüne de ta.ak geçermiş gibi smiley çıkarıyorlar ekrana. Aman ne kadar da şirin..
Neyse götürdük servise, bekledik 1 ay, adamlar dedi "bu bozulmuş, biz de yapamıyoruz, yenisiyle değiştirelim" ben de "iyi peki" dedim, "pek naziksiniz", aynı aletten bir tane daha verdiler.
Bugün bu son verdiklerini spora götürdüm. Her zamanki menülerdeki mallığına falan rağmen güzel güzel çalıyordu şarkıları. Sonra eve dönerken yine açtım aleti, alet şarkı geçişlerini başarıyla yapıyor ama şarkıların sesini veremiyor. "Bunlar iPod için olağana hatalar, hadi bi resetleyeyim şunu" dedim, resetleyince ekrana ne geldi dersiniz?
:(
Ben de internet/chat kısaltması kullanayım:
AK iPod.
Arada kendisine mümkün olduğunca iyi baktım. Hatta Seçkin bilir, üstündeki çiziklere üzülüp içindeki ve bilgisayarımdaki şarkıları yeniden silmesin diye gittim orjinal cilasını aldım aletin. Cila az buz bir şey de değil. 2 ayrı cilası var, biri plastik ön tarafı için, diğeri metal arka yüzü için. Bu metalik cila zehirli mehirli bir şeymiş, sürerken özel eldiven falan takıyorsun, yani hayatımı tehlikeye attım bu alet için..
Peki o ne yaptı, daha cilası kurumadan ekranda :( çıkardı. Bu işaret iPod'unuz yaprak döneri yedi demekmiş. Adamların kaç paraya sattıkları, tek görevi şarkıları saklayıp gerektiğinde çalmak olan sikindirik aleti 6 ayda bir daha açılmamak üzere bozuluyor, üstüne de ta.ak geçermiş gibi smiley çıkarıyorlar ekrana. Aman ne kadar da şirin..
Neyse götürdük servise, bekledik 1 ay, adamlar dedi "bu bozulmuş, biz de yapamıyoruz, yenisiyle değiştirelim" ben de "iyi peki" dedim, "pek naziksiniz", aynı aletten bir tane daha verdiler.
Bugün bu son verdiklerini spora götürdüm. Her zamanki menülerdeki mallığına falan rağmen güzel güzel çalıyordu şarkıları. Sonra eve dönerken yine açtım aleti, alet şarkı geçişlerini başarıyla yapıyor ama şarkıların sesini veremiyor. "Bunlar iPod için olağana hatalar, hadi bi resetleyeyim şunu" dedim, resetleyince ekrana ne geldi dersiniz?
:(
Ben de internet/chat kısaltması kullanayım:
AK iPod.
10 Temmuz 2007
The Verve Return 2007
Dün uzun zamandır bakmadığım bir mail kutusunu kontrol ederken şöyle bir mail gördüm:
The Verve Return 2007
Önce biraz afalladım, "noluyo lan, bu ne biçim spam" falan dedim ama sonra mailin yıllar önce üye olduğum Verve resmi sitesinden geldiğini görünce içimi inanılmaz bir sevinç kapladı.
The Verve 90'ların süper eğlenceli Britpop zamanının çok göz önünde olmasa da, geri plandaki en sağlam grubudur belki de (Britpop'a girer mi girmez mi orası tartışılır). 1997 diyince insanın aklına müzikle ilgili iki şey gelir: OK Computer ve Urban Hymns. Hatta Britpop'un temel albümü "(What's the Story) Morning Glory?"nin albüm kitapçığında şöyle yazar:
“Cast No Shadow is dedicated to the genius of Richard Ashcroft”
Grup dağıldığından beri Ashcroft 3 solo albüm çıkardı, bence o albümlerde de çok güzel şarkılar vardı ama hiç biri the Verve gibi olamadı tabi. Özellikle Break the night with colour benim için çok özeldir:
Şimdi Deli Richard ve arkadaşları (süper-mega gitarist Nick McCabe'in adı geçmezse ayıp olur) yeni albüm kayıtlarına başlamakla kalmamış, sonbahara birkaç konser bileti satmaya bile başlamış. Konserler anında sold-out olmuş tabi ki, neyse konsere gitme imkanım zaten yok da, yeniden didişmeseler de cidden çıksa bari albüm.
Urban Hymns'in üzerinden 10 yıl geçmiş. Bi ara hep bu albümü dinleyerek uyurdum, bu şarkı da (Sonnet) albümün 2. şarkısı olduğundan genelde bilincim yerindeyken dinlerdim. Genelde Rollin People'ın sonundaki deli gitar kısımlarında uyumaya geçerdim ki, ondan sonraki şarkılar insana çok güzel garip rüya soundtracki zaten.
The Verve Return 2007
Önce biraz afalladım, "noluyo lan, bu ne biçim spam" falan dedim ama sonra mailin yıllar önce üye olduğum Verve resmi sitesinden geldiğini görünce içimi inanılmaz bir sevinç kapladı.
The Verve 90'ların süper eğlenceli Britpop zamanının çok göz önünde olmasa da, geri plandaki en sağlam grubudur belki de (Britpop'a girer mi girmez mi orası tartışılır). 1997 diyince insanın aklına müzikle ilgili iki şey gelir: OK Computer ve Urban Hymns. Hatta Britpop'un temel albümü "(What's the Story) Morning Glory?"nin albüm kitapçığında şöyle yazar:
“Cast No Shadow is dedicated to the genius of Richard Ashcroft”
Grup dağıldığından beri Ashcroft 3 solo albüm çıkardı, bence o albümlerde de çok güzel şarkılar vardı ama hiç biri the Verve gibi olamadı tabi. Özellikle Break the night with colour benim için çok özeldir:
Şimdi Deli Richard ve arkadaşları (süper-mega gitarist Nick McCabe'in adı geçmezse ayıp olur) yeni albüm kayıtlarına başlamakla kalmamış, sonbahara birkaç konser bileti satmaya bile başlamış. Konserler anında sold-out olmuş tabi ki, neyse konsere gitme imkanım zaten yok da, yeniden didişmeseler de cidden çıksa bari albüm.
Urban Hymns'in üzerinden 10 yıl geçmiş. Bi ara hep bu albümü dinleyerek uyurdum, bu şarkı da (Sonnet) albümün 2. şarkısı olduğundan genelde bilincim yerindeyken dinlerdim. Genelde Rollin People'ın sonundaki deli gitar kısımlarında uyumaya geçerdim ki, ondan sonraki şarkılar insana çok güzel garip rüya soundtracki zaten.
05 Temmuz 2007
We're standing on the edge..
Neşeli günler zamanında çok fazla dinlediğim bir şarkıydı, şimdi de o günlerin hüznünü hatırlatıyor.
En dipteki anlarda bile birazcık umut vardır diyor heralde. Çok çok güzel.
En dipteki anlarda bile birazcık umut vardır diyor heralde. Çok çok güzel.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)