21 Aralık 2007

the good old days

there were no good old days
these are the good old days

14 Aralık 2007

YMCA

Numa Numa Lego

Çocukluğum Legolarla, gençliğim bu şarkıyla geçti..

Breakdans hareketleri falan süper.

22 Kasım 2007

Panayır..

Sondan başlayalım,

Öyle ya da böyle bir futbol maçı bitmiştir ve bu maçın bitiş düdüğünden itibaren maçı ülkeye yayınlayan kanalın odak noktası teknik direktörün locada ağlayan, üstüne de bayılan kızlarıdır. Maçtan sonra sahada neler oluyor bitiyor veya maçın istatistikleri, önemli anları gibi şeylerden kime ne? Nasıl olsa bu sefer maç da kazanılmış, saha içinde geçen sefer ki gibi ağlayan kızların babası adam kovalatmıyor, biraz hislensin herkes.

Yine maç sonu, hisli tabi herkes. Önce yine gözyaşları, ardından da muhteşem bir söz: "Fatih Terim nadide bir çiçek". Ne kadar da içli, ne kadar da şiirsel. Bu sözü söyleyen kişi yaşadığı ilk aşk acısında, mektubunu yazıp küvette bileklerini kesecek kadar narin biri olmalı. Kırlarda günaşırı papatyalardan seviyor-sevmiyor falı açmalı, ne işi var da federasyon başkanlığı için mafyaya Sultanahmet'te adak adıyor? Yazık olmuş, kötü kader.

Maç dersek zaten panayır. Yorumcular daha maçın 5 saniyesinden rakibi "amma da iyi oynuyorlar be" diye göstermeye çalışıyor, sonunda da kendi kendilerine panik olup uzatmanın 3. dakikasında hakeme "5 dakka oldu yeter" diye isyan ediyor. Oysa kalede maçın sonunda bayılan kız olsa maçın skoru yine aynı kalacak. Ama maçın sonunda kalp krizi geçirmelerine ramak kalan yorumcuları radyodan dinleyecek olsak Rüştü yine Brezilya veya İngiltere maçındaki gibi oynuyor sanacağız. Rakip İstanbul'a gelmeden önce hiç antreman yapmamış, İstanbul'a gelince de "ya şimdi kim antreman yapacak" diyip Akmerkez'de İstinyePark'ta alışveriş yapmış. Dostlar alışveriş de görsün tabi, Emre Aşıklı, Servetli defansa karşı kaleciyi pek yere yatıramamak da iyi. Bu elemeler süresinde yaklaşık 50 futbolcusunu oynatmış Bosna. Açık ara en çok oyuncu oynatan takım. Türkiye'deki 6 yabancı kuralını da düşünürsek, sadece 12 maçta ligde ilk 10'a giren takımların bütün uygun futbolcularını milli takımda oynatmak gibi bir şey. Yani ne takımları belli ne bir şeyleri. Bu maça da o 50 kişinin en dibindeki en az oynayanlarla gelmişler sağolsunlar. Kalede Erzurumspor'un 8 yıl önceki kalecisi falan. Maç 180 dakika olsa 2 fark olmadıkça gol atacakları zaten yok, 2 fark olsa bu kadar rakibe pozisyon yaratmaya çalışan takıma gol atmaları 2 dakika sürer zaten, sonra yine aynen devam.

Yıllarca anneannemle Yenişehir Pazarı'nın dibinde yaşadığım için zabıtanın pazarcılara yaptığı anonslara çok alışığımdır. "Arkadaşlar sebzelerin üstüne ürün etiketlerini koyun lütfen" veya "Pazarımızın kapanmasına 10 dakika kalmıştır" cinsi anonsları yıllarca dinledim. Sağolsun bu maçtaki anonscu elemanın tıpatıp aynı ses tonu beni o günlere geri götürdü. Kendisinden maç sonunda "We are the champions" veya "Bir başkadır benim memleketim" solosu bekliyordum ama kısmet değilmiş.

Bu tür şeyleri, ama mutlaka her seferinde, yensek de yenilsek de bu kadar büyük bir panayıra dönüştürebiliyor olmamız gerçekten inanılmaz bir şey. Acaba bugün İngiliz futbolcular ve teknik heyet maç sonu Hırvat futbolcu kovalayıp yakaladığına tekmeyi bastı mı veya Rusya futbol federasyonu başkanı maç sonu duygulu bir şair olup, Rusya teknik direktörünün kızı bayıldı mı? Çok sıkıcı insanlar gerçekten. Ben İngiliz olsam bir maç David Bowie'yi, diğer maç Bruce Dickinson'ı anonscu yapardım..

03 Kasım 2007

25 Temmuz 2007

AB..

AB Komiseri Franco Frattini:

"Türkiye'de laik azınlığın hakları korunmalıdır"

Şahane..

24 Temmuz 2007

Seçim ve Tarabyalı Rüzgar Mustafa

Öncelikle daha ciddi bir seçim yazısı için: Ahmet Cihat'la seçimin içinden

Biliyorsunuz, bir seçimi daha atlattık ve sol işaret parmağımızdaki mürekkepleri çıkartmakla meşgulüz bugünlerde. Bu mürekkepler, seçimle ilgili diğer bazı şeylerin aksine daha kolay çıkıyor vücuttan. Benim mürekkep aynen geçen seçimde olduğu gibi yine çabuk ve kolay çıktı, ki olay anında ben bunu gidişatın geçen seçime benzeyeceği yönünde değerlendirmiştim.

Benim çevremdeki oy sayımında CHP %90 küsurla birinci parti çıkmış olmasına rağmen (berberim AKP'ye vermiş), Türkiye genelinde AKP neredeyse %50 oy aldı ve demokrasinin bir cilvesi olarak yine benim devletlum olacak. Kendilerine hayrını görsünler diyorum, benden uzak Allah'a yakın olsunlar, ki zaten öyleler galiba. Dinsiz-imansız paraya da daha yakınlar. Bir gemiciğim bile yok benim. Daha olmayan oğlumun 650 tane apartman dairesi de yok; ilerde oğlum olursa bile o kadar apartman dairesi yine olmayacak. Yalnız bu kendi söyleyişleriyle tramvay-demokrasiyi çok ciddiye almazlar inşallah, çünkü tarih "ben odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm" ve "siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz" diyip daha durağa gelemeden tramvaydan inmek zorunda kalanları da gördü.

Anadolu genelde tutucu olmuştur zaten. Nasıl ki saatte 10km hızla 1000km yol gitmesi gereken kamyoncuların sürekli arabesk dinlemesi çok normalse, hayatlarında uçsuz bucaksız sarı bozkırdan başka bir şey görmeyen insanların da tutucu olması çok normal. Kızına tecavüz edilince kızını tecavüzcüsüyle evlenmek zorunda bırakan, evlenmezse de kızını öldüren anlayışta bir toplum düzeni hala sürmekte çoğu yerde. Bu durumda bana tutucu-sağ'ın bu düzeyde oy alması çok garip gelmiyor.

Şimdi adını hatırlayamadığım garip mühendislik dersinin politik testinde solcu çıkmıştım zamanında. (Testi yapmak isteyenler buraya tıklasın) Türkiye'de merkez sol bana göre hiçbir zaman bu düzeyde bir oy alamaz zaten (Geri kalan uçuk sol zaten oy alamaz.) Merkez solun oyu yaklaşık %30 küsur civarında gelip gider. Mesela 91 seçimlerinde sol partiler (SHP+DSP) yaklaşık %30 almış. Bu oran 95 seçimlerinde %25'e düşerken (DSP+CHP) 99'da yine %30'a çıkmış (DSP+CHP). Bundan soraki seçimlerde doyumsuz pehlivan Baykal'ın da yoğun çabalarıyla %20'de kalmış hep merkez sol. Aslında bence buradaki olay Türkiye'de merkez solla merkez sağın pek bir farkının olmaması. Yoksa cidden sağ-sol farkı olsa bu kadar bariz oynama olmaz heralde 10 yılda; ne bu %10'luk sol kesimin birden topluca sağcı olması mümkün (parayı görenleri olmuş olabilir ama o kadar çok kişi de para görmemiştir) ne de bu solcuların topluca Hakkın rahmetine kavuşması (ölenler tabi olmuştur ama sırf solcular da ölmüyor ki).

Yukarıda da demiştim, bizim berber AKP'ye vermiş oyunu. Tıraşa başlarken bana "abi kilomu aldın" dediği için kendisine sinirliydim zaten, tam onla az biraz konuşuyorduk seçimleri, bu sırada başka bir müşteri geldi. Belli ki Etiler-Akatlar jetset'inin ünlü simalarından. Adam fanatik AKPli çıktı, "diğer partilere oy verenler dangalaktır"a kadar getirdi lafın sonunu. Ama tipini görseniz "maşallah, işte Türkiye'nin aydınlık yüzü" dersiniz, oysa ki "cüzdanımdaki paraların rahatı yerindeyse, benim de rahatım yerinde" felsefesinin temsilcilerinden. Sonra bi ara laf Atatürk'e geldi, bu sefer de "Atatürk gibi büyük adam bir daha gelmez bu topluma, o olsaydı şimdi bu halde mi olurduk" nutku çekti 10 saat. Bu kadar Atatürk özlemiyle yanıp tutuşan bir adamın gidip Tayyip'e oy verip üstüne de Tayyip'i öve öve bitirememesi garip geldi tabi bana. Bu Tayyip olayında zaten baştan sonra bir gariplik var, ya biz ve çevremizdekiler bir şeyi atlıyoruz bu adamla ilgili, ya da başka bir şey. Alttaki yazıda da var mesela, solcu geçinenlerin de katkısıyla anayasa değiştirilip seçim tekrarlandı sırf bu adam için ve Türkiye bunu çok çok normal karşıladı zamanında, hatta demokrasi zaferi falan dendi.

Bu tür olaylarda hiç bir zaman daha yumuşak, daha ortada kalamıyorum ben. Mesela çevremizden de duyduğumuz gibi "Gönlüm CHP, aklım AKP diyor" diyemem hiçbir zaman, diyene de iyi gözle bakmam. Futbolda da aynen böyle bu durum; kendini bir takıma ait görüyorsan sonuna kadar gideceksin, maçlarda seyirci değil taraftar olacaksın vs vs. Bridget Jones değiliz, uçuk-kaçık serseri Hugh Grant ile efendi akıllı uslu avukatın ortasında kalalım, her gün başkasına öpücük yollayalım. Gerçi bazı politik konularda inanılmaz faşist olabiliyorken, bazen de inanılmaz hümanist oluyorum. Benimle aynı şeyleri düşünen insanlara çok hümanist yaklaşıyorum mesela, gerisini kesebiliriz. Seçkin'in msn'e falan yazdığı gibi bende de içten içe bir Jakobenlik var galiba.

Başlıktaki "Tarabyalı Rüzgar Mustafa" demin bindiğim ve beni bu yazıyı yazdığım eve getiren taksicinin kendine yakıştırdığı isim tamlamasıydı. Bir yerlerden çalmamışsa bence oldukça güzel olmuş, başlığa yazarak kutlayayım dedim.

Deniz Bey, o fotoğrafı çıkarıp bakmanın zamanı geldi! / Z. Livaneli

Seçimler öncesi CHP’ye zarar vermemek için bildiğim birçok konuyu içime gömerek sustum, bundan sonra da bu parti ve liderine ilişkin hiçbir şey yazmayacağım.

Çünkü bir faydası olacağına inanmıyorum.

Ama bu konudaki son yazımda size bir tanıklığımı aktarmak zorundayım.

Bunu bir borç olarak görüyorum:

***
Deniz Bey lütfen hatırlayın:

19 Aralık 2002 tarihinde karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen’in evindeydik.

Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum.
Abdullah Gül Başbakandı, Tayyip Erdoğan’ın ise Meclis’e girme umudu kalmamıştı.
Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan’ın “milletvekili olmadan başbakan olma'' önerisini reddetmişti.

Türkiye’nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz “Tayyip Erdoğan başbakan olacak!'' diye tutturdunuz.

Sizi “Çok tehlikeli bir oyun bu!'' diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız, “Hayır!'' dediniz “İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz.'' Sizin bu iddianıza karşılık ben ne dedim: “Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan’ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var. Program Türkiye’yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek.'' İki ay dayanamaz iddianızı, “görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar.'' tezine oturttunuz.

Ama bunların hepsi bahaneydi çünkü siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz. Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi yok etmek yetiyordu. Bu iş birliğini daha sonra da sürdürdünüz.

O zaman ben sizin Tayyip Erdoğan’la seçim öncesinde Beylerbeyi’nde gizlice buluştuğunuzu ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum.

Bu gecenin tanıkları var: Önder Sav, Eşref Erdem, Mehmet Sevigen, Bülent Tanla, Yaşar Nuri Öztürk.

Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar. Yani tanıklar var. Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir. Siz de bilirsiniz.
Tartışmanın sonunda dediniz ki: “Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik. İki ay sonra çıkarıp bakalım. Ama rotuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?'' Şimdi, 2007 seçimlerinin ardından o fotoğrafı cebinizden çıkarıp bakın Deniz Bey.

Ve düşünün; Meclis grubunda “Erdoğan’ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum. Var mı itirazı olan!'' diye bas bas bağırmanıza değdi mi?

Erdoğan’la Beylerbeyi’nde gizlice buluşmaya ve size oy veren milyonları hiçe sayarak gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi? (Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var.)

Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan.

Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı meclise sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu.

Size o gün söylediğim gibi, Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz.

Deniz Bey; sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin. “Öyle değildi. Böyle konuşmadık.'' deyin.

Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkâr edin.

Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün.
Deniz Bey; çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim.

Ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız, hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız.

Tayyip Erdoğan’ın yüzde 34 oyla meclisin üçte ikisini ele geçirmesinin manivelası oldunuz.

Daha önce Refah Partisi’nin belediyeleri ele geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti..

Tayyip Erdoğan’ların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçek’lerin en büyük şansı sizdiniz.

CHP’nin ise en büyük şanssızlığı oldunuz.

Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz.

Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha birçok sosyal demokratla el ele tutuşup halkın karşısına çıkmanız gerekirken; eski MHP’lileri, eski ANAP’lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz.

Size defalarca “Bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!'' dememize rağmen, sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz.

Sağcıları ve sekreterinizi Meclis’e sokarken, İsmet Paşa’nın Avrupa Konseyi’nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsün Bilgehan’ı Meclis dışında bıraktınız.

İnanın ki bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum. Keşke haklı çıkmasaydım, keşke sizin tahminleriniz doğrulansaydı diyorum ama durum ortada.

Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de size inanan temiz yürekli sosyal demokratlara.

Artık bundan sonra istifa etseniz de bir etmeseniz de.

Bad-el harab-ül Basra!

Zülfü Livaneli / Vatan Gazetesi

17 Temmuz 2007

Köktencilik (Tehlikeli Güç)

Noam Chomsky ve Gilbert Achcar'ın ABD'nin dış siyaseti ve Ortadoğu hakkındaki karşılıklı diyaloglarını içeren "Tehlikeli Güç" isimli kitabı okumaktayım. Kitap bu gücün gerçekten de ne kadar tehlikeli bir yere vardığını anlatıyor. Kitabı okurken biryerlere bazı şeyleri not edeyim dedim ve bu notları buraya da yazacağım. Bugünkü notlar "Köktencilik" (Kökten dincilik) bölümünden. Bizim şu andaki durumumuzla ne kadar örtüştüğünü görmemiz açısından çok önemli bence.

---KÖKTENCİLİK---

ACHCAR: ...İslami köktenciliğin şimdiki gücü, gayet doğrudan yürütülen ABD siyasetlerinin doğrudan bir ürünüdür...Seküler ulusalcılık, onu baş düşmanı olarak gören ABD tarafından zayıflatılmış ve tahrip edilmiştir...Ve ABD seküler ulusalcılığa, komünizme ya da bölgedeki her türlü seküler solcu ya da ilerici akıma karşı Suudi Krallığındaki İslami köktenciliği çok kasıtlı biçimde kullandı.

CHOMSKY: ...(1960'lardan ve o zamanki ABD yönetiminden söz etmekte) seküler ulusalcı bir hareketin Ortadoğu petrolünü ele geçirmesinden ve onu bölgesel amaçlar için kullanmasından korkuyorlardı...Bu durumda, evet, seküler ulusçuluğun yok edilmesi gerekiyordu. Ve bu en aşırı köktenci devlet Suudi Arabistanla yapılabilirdi ve daha sonraki Reagan yıllarında ABD köktenciliğe yönelmesi için Pakistan'a yardımcı oldu. Bu ülkenin nükleer silahlar geliştirmesine bile izin verdiler ve bunu bilmiyormuş gibi yaptılar.

(Afganistan, Filistin, Lübnan gibi birçok benzer örnek verilmekte konuşmanın devamında. Bizim durumumuz da malum zaten.)

ACHCAR ...Aynı öykü hep tekrarlanıyor: ABD hükümeti bir tür cinin şişeden çıkmasına izin veriyor, ama onu denetleyemiyor ve bir süre sonra cin onların karşısına dikiliyor.

CHOMSKY: ...Ve tartışmanın, dikkatin ve başkanlık siyasetinin vb. odağını refah açısından marjinal sorunlara, söz gelimi eşcinsel haklarına kaydırabilirseniz, işçi sendikalarını yok etmek, başkaları hayatlarını zar zor sürdürürken aşırı zenginlerin yararına bir toplumsal/siyasal sistem kurmak isteyenler için harika bir iş yapmış olursunuz.

(Satılmış medyanın seçime 10 gün kala en önemli gündem maddesinin onun bunun selülitleri olması gibi)

...Aslında CEO'ların tutumuma bir göz atabilirsiniz. Onlara liberal deniyor...Örnek vermek gerekirse, iş dünyasının basın yayın organları son seçimlerin ardından yünetim kurulu odalarında yaşanan, kendi deyişleriyle "coşku"yu betimliyorlardı... onların bildikleri tek şey işlerini serbestçe yürütebilmektedir. Ve işi yürütebiliyorsanız, bu bir başarıdır; halkı denetim altında tutabilme yöntemlerinden biri budur. Bunun yanında, korku yayarsınız; bu da standart bir araçtır.

(Aynen medyanın ve iş dünyasının "AKP hükümeti devam etmezse istikrarsızlık gelir, yanarız biteriz" yaygarası gibi.)

...Carter'dan önce hiç kimse başkanın dindar olup olmamasını umursamıyordu... Ancak Carter, muhtemelen samimi olarak, parti yöneticilerine her nasılsa bir şey öğretti. Buna göre yüzünüze dindar bir ifade yerleştirmeniz (ve kalbinizde imandan, tövbekar olduğunuzdan, İsa'yı gördüğünüzden vb. söz etmeniz) halinde büyük bir seçmen bloğunu cezbedebilecek bir yöntem edinmiş oluyordunuz...İslami köktenciliğin yükselişine ve kullanılışına ilişkin betimlediğim şey ile bu durum arasında bazı bakımlardan benzerlikler var.

(Bizzat Tayyip ve öncesi ile "Dindar cumhurbaşkanı seçeceğiz" olayları)


---

Şimdilik bu kadar , kitabı okudukça önemli gördüğüm yerleri not etmeye devam edeceğim..

15 Temmuz 2007

Sahalarımızda görmek istemediğimiz olaylar..

Aşağıdaki yazı bir forumdan (tabi ki antu.com) birebir alıntıdır. Olay komik geldi, aşağıda kısa bir videosu da var.

---

1994 de ki Shell Caribbean Cup da cok komik bir olay yasanmis.

Grub maclarin da beraberlik sayilmadigi icin‚uzatmalara gidiyormus bütün maclar‚FIFA ilk defa "Altin golü" deniyordu bu turnuva da.Uzatmada "Altin golün" degeri 2 gol sayiliyormus bu turnuva da.Yani golü atan takim 2:0 olarak yenmis sayiliyor.

1. Grenada 3 Puan 2:0

2. Puerto Rico 3 Puan 1:2

3. Barbados 0 Puan 0:1

Barbados 1. olmasi icin maci 2 farkli yenmeli.Grenada 1 farkli yenilirse 1.olarak tur atliyor.
Barbados 83. dakikaya kadar 2:0 öndeymis‚ta ki o dakika da golü yiyesiye kadar.Durum 2:1 oluyor.Bu durum da Grenada bir üst tur da sayiliyor.Iste o an Barbadoslu oyuncularin aklina FIFA nin "Altin gol" kurali geliyor.7 dakika icin de 3:1 atmak zor diyorlar‚en iyisi kendi kalemize gol atalim‚bari uzatma da 30 dakika zamanimiz olur maci kazanmak icin‚nasil olsa uzatmada atilan gol 2 gol olarak degerlendiriyor ve bu golle grub 1. olabiliriz düsüncesi ile kendi kalelerine 87. dakika da gol atiyorlar‚durum 2:2 oluyor.Tam bu sira da Grenadali oyuncularin aklina geliyor o kural da.Adamlar tek farkli yenilirlerse bir üst tura cikiyorlar.
Hakem maci yine baslatiyor‚Grenadali oyunculari topu alip‚kendi kalesine dogru atak yapiyorlar‚cünkü onlara 1 farkli yenilgi yetiyor‚bu ara bunu fark eden Barbadoslu oyuncular gidip Grenada nin kalesine korumaya basliyorlar‚hem kendi kalelerini hem de rakibin kalesini koruyorlar.5 dakika sürüyor böyle bu durum ve mac uzatmaya gidiyor.Uzatmada da Barbados golü buluyor ve bir üst tura cikiyor
Dünya Futbolun da ilk defa 5 dakikaligina 2 kaleyi koruyan takim Barbados olarak tarihe geciyor.

13 Temmuz 2007

God loves his children..

Bu gidişle bu konserin bütün vidyoların koyacağım buraya. Hepsi birbirinden güzel ya, sabah işe gelince açıyorum youtube'u, giderken kapıyorum; bütün gün sürekli bunları dinliyorum yani.

Burada özellikle Thom Yorke'un "God loves his children" (şarkının son sözleri) derken ki surat ifadesi çok güzel..

11 Temmuz 2007

Şerefsiz iPod..

Daha alındığının ikinci günü 20 küsur GB arşivimi yedi, hadi dedim sabırlı olalım, bu seferlik affedelim, zaten suç ondan da boktan programı iTunes'da..

Arada kendisine mümkün olduğunca iyi baktım. Hatta Seçkin bilir, üstündeki çiziklere üzülüp içindeki ve bilgisayarımdaki şarkıları yeniden silmesin diye gittim orjinal cilasını aldım aletin. Cila az buz bir şey de değil. 2 ayrı cilası var, biri plastik ön tarafı için, diğeri metal arka yüzü için. Bu metalik cila zehirli mehirli bir şeymiş, sürerken özel eldiven falan takıyorsun, yani hayatımı tehlikeye attım bu alet için..

Peki o ne yaptı, daha cilası kurumadan ekranda :( çıkardı. Bu işaret iPod'unuz yaprak döneri yedi demekmiş. Adamların kaç paraya sattıkları, tek görevi şarkıları saklayıp gerektiğinde çalmak olan sikindirik aleti 6 ayda bir daha açılmamak üzere bozuluyor, üstüne de ta.ak geçermiş gibi smiley çıkarıyorlar ekrana. Aman ne kadar da şirin..

Neyse götürdük servise, bekledik 1 ay, adamlar dedi "bu bozulmuş, biz de yapamıyoruz, yenisiyle değiştirelim" ben de "iyi peki" dedim, "pek naziksiniz", aynı aletten bir tane daha verdiler.

Bugün bu son verdiklerini spora götürdüm. Her zamanki menülerdeki mallığına falan rağmen güzel güzel çalıyordu şarkıları. Sonra eve dönerken yine açtım aleti, alet şarkı geçişlerini başarıyla yapıyor ama şarkıların sesini veremiyor. "Bunlar iPod için olağana hatalar, hadi bi resetleyeyim şunu" dedim, resetleyince ekrana ne geldi dersiniz?

:(

Ben de internet/chat kısaltması kullanayım:

AK iPod.

10 Temmuz 2007

The Verve Return 2007

Dün uzun zamandır bakmadığım bir mail kutusunu kontrol ederken şöyle bir mail gördüm:

The Verve Return 2007

Önce biraz afalladım, "noluyo lan, bu ne biçim spam" falan dedim ama sonra mailin yıllar önce üye olduğum Verve resmi sitesinden geldiğini görünce içimi inanılmaz bir sevinç kapladı.

The Verve 90'ların süper eğlenceli Britpop zamanının çok göz önünde olmasa da, geri plandaki en sağlam grubudur belki de (Britpop'a girer mi girmez mi orası tartışılır). 1997 diyince insanın aklına müzikle ilgili iki şey gelir: OK Computer ve Urban Hymns. Hatta Britpop'un temel albümü "(What's the Story) Morning Glory?"nin albüm kitapçığında şöyle yazar:

Cast No Shadow is dedicated to the genius of Richard Ashcroft


Grup dağıldığından beri Ashcroft 3 solo albüm çıkardı, bence o albümlerde de çok güzel şarkılar vardı ama hiç biri the Verve gibi olamadı tabi. Özellikle Break the night with colour benim için çok özeldir:


Şimdi Deli Richard ve arkadaşları (süper-mega gitarist Nick McCabe'in adı geçmezse ayıp olur) yeni albüm kayıtlarına başlamakla kalmamış, sonbahara birkaç konser bileti satmaya bile başlamış. Konserler anında sold-out olmuş tabi ki, neyse konsere gitme imkanım zaten yok da, yeniden didişmeseler de cidden çıksa bari albüm.

Urban Hymns'in üzerinden 10 yıl geçmiş. Bi ara hep bu albümü dinleyerek uyurdum, bu şarkı da (Sonnet) albümün 2. şarkısı olduğundan genelde bilincim yerindeyken dinlerdim. Genelde Rollin People'ın sonundaki deli gitar kısımlarında uyumaya geçerdim ki, ondan sonraki şarkılar insana çok güzel garip rüya soundtracki zaten.

05 Temmuz 2007

We're standing on the edge..

Neşeli günler zamanında çok fazla dinlediğim bir şarkıydı, şimdi de o günlerin hüznünü hatırlatıyor.

En dipteki anlarda bile birazcık umut vardır diyor heralde. Çok çok güzel.

29 Haziran 2007

St. Pierre..

27 Haziran 2007

Daft Punk..

Biraz geç oldu ama olsun.

Cumartesi Daft Punk'ı gittik, gördük. Daft Punk bana her zaman eğlenceli gelmiştir, ama mesela evde "Hadi bir DP dinleyeyim" dediğim olmamıştır hiç.

Konser inanılmazdı gerçekten. Adamların sahne ışıkları, kostümleri vs. harika. Piramitin içinde iki robot bir şeyler çalıyor (ki bence çalmıyorlar, çalmalarına da gerek yok onca şov içinde) ve piramitle arka-sahne müziğe göre sürekli şekil/renk değiştiriyor ışıklarla. Valla paran olsa ayda bir bastırırsın 300000 avro, evine getirirsin adamları, o derece şahane.

Konserin açılış şarkısı, Robot Rock:

19 Haziran 2007

TNK..TNK..TNK..TNK..TNK..TNK..



Sarışın bayan biryerlerden çok tanıdık geldi ya..

Nice kliplere..

http://www.myspace.com/tnktheband

18 Haziran 2007

When it comes to beats, well i'm a fiend..

Dün Beastie Boys'u da gördük sonunda. Adamlar 40 küsur yaşında hala deli gibi koşuşturuyorlar sağdan sola.. Esas turntable çalan eleman inanılmazdı, hayatımda ilk defa bu kadar sevdim turntable denen aleti.. Intergalactic'in girişini süper yaptı eleman, Intergalactic'i Barın için dinledik tabi.

Son şarkı beklenildiği gibi Sabotage'dı. Buraya gelen her Amerikalı grup gibi bunlar da Bush'a itaaf etti bu şarkıyı. MTV kabloluda ilk yayınlanmaya başladığındaki (1994 falan olsa gerek) en favori klip ve şarkıydı bu benim için. Hala da bu kadar eğlenceli ve güzel klip yapılmadı bence, şarkı zaten süper:



Bu da başka bir konserlerinden Intergalactic+Sabotage:

16 Haziran 2007

It's good to be free..

Sonunda..

01 Haziran 2007

16 Yıl Önce, 1 Galibiyet Sonra..

Bu maçı daha dün gibi hatırlıyorum. İkinci yarıda babamla bir fark marjini koyup (13 sayı), skor o farkın altına düşmedikçe şampiyon olacağımızı hesaplamamızı falan..

Zaman cidden çok çabuk geçmiş. İleride de bugünü veya önümüzdeki maçı hatırlarız inşallah.



31 Mayıs 2007

Kovboy..

Her Türk kovboy doğar..

Kasımpaşaspor

Başka biryerlerde yazıyordu, bir kısmını buraya kopyalıyorum, ne kadar kişi okursa o kadar iyi. Yazıyı yazan Ecevit Kılıç.

Maçlarını "Recep Tayyip Erdoğan Stadyumu"nda oynayan yeni süperlig takımı hakkında bir yazı, ilginç mi, bence değil, zaten bunlardan beklenen şeyler..

İnsan zavallı Altay'a acıyor. Altay'ın 1. kalecisi maçtan bir gün önce para meselesi yüzünden kadrodan çıkarıldı ve en önemli maçta daha önce bir kere forma giymiş 17 yaşındaki kaleciyle oynadı Altay. Zavallı çocuk da ne gelirse içeri aldı doğal olarak.. Bu kısmı aşağıdaki yazıyı okuduktan sonra bir daha düşünün..

-0-

"Başbakan Erdoğan'dan sonra Kadir Topbaş'ın önce Beyoğlu ardından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olması Kasımpaşaspor'un kasasını paralarla doldurdu.

Kasımpaşaspor Kulübü Başkanlığı da yapan Topbaş, Beyoğlu Belediye başkanlığı yaptığı 2003 yılında Taksim Meydanı'ndaki beş dönümlük arsayı otopark olarak işletmesi için Kasımpaşaspor'a verdi.

50 yıldır tartışması bitmeyen Taksim'e cami projesi için düşünülen arsanın üçte ikisi Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne gerisi ise Ziraat Bankası'na ait.Vakıflar Genel Müdürlüğü, cami yapımı için kendi payını Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başlanlığı döneminde Taksim Cami Yaptırma Derneği'ne verdi.Dernek, cami yaptırmayınca arsanın tamamını yani Ziraat Bankası'na ait olan kısmını da otopark olarak kullanmak istiyordu.

Bunun üzerine Beyoğlu Belediye Başkanı Kadir Topbaş, bankaya başvurarak "Mafya zaman zaman arsayı otopark olarak kullanıp çevreyi rahatsız ediyor.Belediyenin araçları için kullanmak istiyoruz" dedi.Topbaş'ın burayı koruma ve satıldığında arsayı boşaltma taahhüdü üzerine Ziraat Bankası, belediye araçları için kullanılmasına izin verdi.İzni alan Topbaş, belediye araçları yerine arsayı otopark olarak kullanılması için Kasımpaşaspor'a verdi.Üstelik arsanın sahibi Ziraat Bankası'ndan hiçbir onay almadı.

150 araç kapasiteli otoparkta araç başına bir saate kadar 10, üç saate kadar ise 15 milyon lira alınıyor.Her gün yalnızca 150 araç girdiği ve üç saatten az kaldığı varsayılırsa günlük geliri 2 bin 225 YTL'yi geçiyor.Yıllık bazda ise bu gelir milyonlarca YTL'yi buluyor.Ancak Taksim'in göbeğindeki 150 araç kapasiteli otopark, her gün tıka basa doluyor.Özellikle de hafta sonları otoparkın önünde uzun kuyruklar oluşuyor.Bunca gelire karşın Kasımpaşaspor arsanın sahibi Ziraat Bankası'na hiçbir ücret ödemiyor.

Kasımpaşa'nın sahibi olduğu tek otopark Taksim Meydanı'ndaki bu arsa değil.Kulübün, Kasımpaşa'nın en değerli caddesi Bahariye'de de otoparkı var.130 araçlık olan otoparktan yine yılda trilyonlarca lira gelir elde ediliyor.

Beyoğlu Belediye Başkanlığı döneminde Kasımpaşaspor'a ücretsiz olarak iki arsayı otopark kullanması için veren Topbaş, İstanbul Belediyesi'nin başına geçince, kulübe rant aktarımını daha da büyüttü.

Topbaş, İstanbul Büyükşehir Belediyesi bütçesinden Kasımpaşaspor'a beş yıldızlı ve göz kamaştıran bir kompleks yaptırdı.11 trilyon liraya mal olan kompleks Türkiye'nin sayılı tesisleri arasında yer alıyor.On bin kişi kapasiteli stadyumun yer aldığı Beyoğlu Spor Kompleksi'nde iki de kondüsyon merkesi bulunuyor.İçinde kapalı spor salonu ve kapalı güreş salonu olan kompleksin alt katına da dükkanlar yapıldı.Bununla yetinmeyen Topbaş, kompleksin otoparkının işletmesini de Kasımpaşaspor'a verdi.Daha önce de belediyeden iki otopark alan Kasımpaşaspor'un gelirleri bugün neredeyse Beşiktaş ve Fenerbahçe'nin gelirlerine denk.Kasımpaşaspor'un bütçesi, Süper Lig'deki dört büyükler hariç diğer tüm takımlardan daha büyük.
"

30 Mayıs 2007

Festival..

Allah'a şükür sonunda adam gibi grupların olduğu bir festival yapılacak Türkiye'de..

Rock n Coke..

Manic Street Preachers
Smashing Pumpkins
Franz Ferdinand

Tabi Almanya, İngiltere'deki festivallerde falan bu gruplar saat 18.00 de sahneye çıkar ama buna da şükür..

27 Mayıs 2007

Hoşçakal..

Kaptanım.

20 Mayıs 2007

Fenerbahçem Benim, Biricik Sevgilim..

Centilmence geçen klasik bir FB-GS derbisi oldu. Özellikle bir seferliğine de olsa Gs taraftarının Fenerbahçe taraftarıyla karşılıklı yapması çok centilmenceydi. İkinciyi neden yapmadılar anlamadım.

14 Mayıs 2007

Tuzlu Erik ve Eurovision..

Daha güzel bir cumartesi eğlencesi olamaz: Şöyle "kütür kütür" yeşil erik, üstüne biraz tuz ve Eurovision..

Eurovision her sene eğlenceli olurdu da ben bu kadar eğlencelisini hatırlamıyorum valla. Artık "kitsch'liğin kalesi" mi desem, "freak show" mu desem, ne desem, inanılmaz bir görsel şölen oldu..

Benim favorim Ukrayna'ydı. Zaten severim Ukraynalıları (Rebrov'dan dolayı). Bütün şarkıların birbirinden boktan olduğu bir yarışmada, bu boktanlığı en eğlenceli şekilde sergileyenler birinci olmalıydı bence. Olmadı, hakları yendi, iğrenç lezbiyenler kazandı yarışmayı. Bu tip lezbiyen karılar, kafamızdaki fantastik lezbiyen imajını da zedeliyor zaten.

Neyse gönüllerin şampiyonu Verka Serduchka'nın şarkısının klibini koyayım bari. Bu arada şarkının şu tek enstrümanlı melodi kısmı bana "Bir Kadın Çizeceksin" deki benzer kısmı hatırlatıyor acaip..

14 Mayıs..

14 Mayıs 2006 hayatımın en kötü günlerinden biriydi. Denizli dönüşü uçak düşseydi, uçaktaki kimse en ufak bir üzüntü bile duymazdı heralde, kimsenin umrunda olmazdı uçak düşerken..

Bugün tam bir sene geçmiş aradan. Unutulmayacak şeyleri unutmaya çalışmakla ve bunun acısıyla geçen bir sene..

Neyse, bu bir yılı Bu Aşk Bizi Canlı Tutacak'ın sonuyla bitirelim bari:

Oskar almış sanatçı gibi çok kişiye teşekkür etmem gerek ama uzatmayalım listeyi.

İlki beni Fenerbahçeli yapan babama, bu sevgimi anlayan anneme... Sonra da bunları okuyan herkese...

Son söz aylar önce en uzak deplasmana giden Murat Güçbilmez'e:

Dilim dönmüştü de söyleyememiştim,

Bazen dile getirilen şeylere öyle bir nazar değer ki. Kaybetseydik bu şampiyonluğu, sana annenlerin evinde gizlice verdiğim sözümü de tutamayacaktım. Bu baskıyı derinden hissettim hep ama Sarı Kanaryalar'ın bu sene şampiyon olacağını biz biliyorduk değil mi?

Kimler ile tanıştın? Kulüp binasındaki baskında şehit düşen Refik ve Mustafa Beyler ne diyorlar bu yıl ki şampiyonluğa? Dur bekle, biz gelince anlatırsın hepsini artık...

"Sonsuza Kadar Yaşa Fenerbahçe"

10 Mayıs 2007

Çizburger..

Çizburger içinde peynir olduğu için mi hamburgerden daha pahalı, yoksa istediği zaman hamburgere dönüşebildiği için mi?

Bütün burgerler eşitken, çizburger neden hamburgerden daha eşit?

08 Mayıs 2007

Pisuvar Sineği..

Bugün bir haberde gördüm.

Erkekler bilir, bazı pisuvarlarda deliğe yakın sinek resmi vardır.

İşte bu sinek resmi temizlik malzemesi kullanımında %30 ile %40 arasında tasarruf sağlıyormuş, hatta Hollandalı bir iktisat profesörü bulmuş bunu.

Vay be..

26 Nisan 2007

Greatest Driving Song..



...ve kazanan



Bu şarkıyı pazar gecesi Ankara'nın uç kesimlerinde de dinlemek vardı ya neyse..

15 Nisan 2007

Dünyanın en kötü şarkıları.. 1.

Yeni bir seriye başlayayım dedim: Dünyanın en kötü şarkıları. Şöyle bir düşününce aklıma 3 tanesi geldi hemen. İlk olarak benim için tartışmasız en kötüsünü koyayım..

Bir şarkı nasıl bu kadar bayık olur ya? Titanic'teki orkestra bunu üstüste 3 kere çalsaymış yolcular buzdağına gerek kalmadan kendlerini suya atarlarmış zaten.

07 Nisan 2007

Thriller..

Sonunda bira şişesi de kırıldı.. Neyse bu sefer klavye kırılmadı..

Yine neyse, onsuz ve seve seve bu sene..

04 Nisan 2007

İşten sıkılana..

İşten sıkılanlar için eğlenceli bir oyun. "Bir toplantı çağrısı daha alırsam kendimi öldürecem" diyen bir ofis çalışanının öyküsünü konu alıyor. Eğlenceli bir şey:

http://www.adultswim.com/games/fiveMinutes/index.html


(linkin ismi korkutmasın.)

02 Nisan 2007

Haftasonu..

Haftasonu Ankara'dan Barın'la Pınar, Eskişehir'den de Evşen geldi ve bende kaldılar. Cidden çok eğlenceli bir haftasonu oldu. Özellikle cuma gecesi çok çok efsane bir geceydi. Onu daha sonra daha detaylı bir şekilde anlatacığım. Şimdilik bu güzel haftasonunun topluca çekilmiş bir fotoğrafını koyayım..

19 Mart 2007

Ankara..

Her haftasonu gitmek lazım. Hatta mümkün olsa akşam iş çıkışı gidip, sabah yeniden işe dönmek lazım.

Bana Seçkin'in gösterdiği ve onun da çok sevdiği sözlerdeki gibi:

Kaçamayıp da saklanan kedicikler gibi
Sığındım senin sıcaklığına
Sevemiyorsan İstanbulu benim gibi
Kaçalım yine bozkırlara

Olay İstanbul'u sevmemek veya sevememek de değil aslında. Seni sen yapan şeyi, seni başkası yapmaya çalışan şeyden daha çok sevmekle alakalı. Benim için bazı şeyler illüzyondan öteye gitmiyor malesef, bazıları güne onlarsız başlayamadıklarını iddia etse de..

11 Mart 2007

Merhaba(x3) Büyük Ada..

Büyük Ada haftasonunun özeti:


-Adaya giderkenki vapur yolculuğu çok uzundu.

-Hava çok soğuktu, pansiyondaki odalar da çok soğuktu. Sürekli bir üşüme durumu vardı.

-Pansiyonda Cahit hep çok yalnızdı.

-Şiir yarışmasında özel ödül kazandım.

-Aynı yarışmada jüriyken herkese 10 tam puan verdim.

-Aslında benim şiirim daha kısaydı ama Sezar birden i...leşti.

-Merhaba
Merhaba, merhaba doğumgünü

-Yarışmayı kazandı Arzu, şimdi başlasın şiir taarruzu

-Gelecek seneki yarışma: "Sanat triatlonu"

-Ali E. yine yarışma sonuncusu oldu. Atalay'ın da faytonu hep sonuncu oldu, oysa ki hep en önde başlamıştı.

-30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30 30

-İyi ki doğdunnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnn

-Merhaba, Merhaba
Merhaba doğumgünü

07 Mart 2007

Youtube..

"Bu siteye erisim Istanbul 1. sulh ceza mahkemesi 2007/384 sayi ve 06.03.2007 karari geregi engellenmistir."

Türkiye'den bağlananlar artık blogdaki youtube vidyolarını göremeyecekler. Çünkü dallamanın biri youtube'a Atatürk'e laf eden vidyo koydu diye bizimkiler mahkeme kararıyla youtube erişimini toptan engellemiş..

Yolda birisi size küfür etti diye gidip kendinizi sağır ettirmeniz gibi bir şey. Çok dahiyane bir çözüm.

06 Mart 2007

Atomic..

Bu kadar güzel bir şarkıya, bu kadar absürd bir klip nasıl çekmişler ya?

Neyse..

Your hair is beautiful
Oh, tonight
Atomic

04 Mart 2007

Jumpman..


Jumpman

28 Şubat 2007

Commodore 64.. Efsane geri döndü..

1987 kışıydı, biz İstanbul'daydık ve hayatımda gördüğüm en inanılmaz kar yağmıştı. Kar seviyesi o kadar fazlaydı ki, karları mağara gibi oyup içlerine girebiliyorduk.

İşte o zamanlarda Commodore 64 alınmıştı bana. Dünyanın en zevkli oyunlarını oynadım yıllarca River Raid'den başlayarak.

Bugün kendime yine C64 aldım, ama bu sefer ne kaseti var, ne de kafa ayarı. Adamlar sadece bir joystick yapmış, tv'ye bağlıyorsun, Commodore'nin o mavi "Ready" yazan ekranı çıkıyor, sonra kendi kendine "Load" yazıyor ekrana ve oyunlar başlıyor. Kötü yanı oyun sayısı sınırlı, 30 tane var sadece. Ama zamanında çok çok severek oynadığım oyunlar var:

Jumpman Junior
PitStop 2
Summer Games
vs..
(Ah bi de Aztec Challange ve Emyln Hughes Soccer olsaymış.. Bi de, bi de Microprose Soccer)

İşin diğer bir kötü yanı alet sırf joystick olduğundan, oyun sırasında joysticki kırmamak gerek. Bu yüzden sürekli ve hızlıca sağ-sol yapmam gereken oyunlarda pek başarılı olamadım, aleti ilk günden kırmayayım tedirginliğiyle..

PlayStation2 biraz mahsunlaştı ama ne yapalım onun da haberi olsun, saygıda kusur etmesin..

Efsane geri döndü..

22 Şubat 2007

Bıyığım var ama evli değilim..

Bugün şirketteki arkadaş "Seni ne zaman görsem evlendi sanıyorum" dedi. Bıyık evlenen erkeklerin bıraktığı bir şeymiş.

Soldaki resim tarihte bilinen en eski bıyıklı insan resmi, M.Ö. 300 civarından kalma..

Bu arada aşağıdaki linki de OnurKa yolladı bugün. Bıyıklı erkeklerin önemi günden güne daha çok anlaşılıyor..

Töre cinayetlerini ancak bıyıklılar çözer

21 Şubat 2007

Tied To The 90's..

"We're tired of the 90's
But we're tied to the 90's"

Travis'in şarkıda dediği gibi ben de müzik anlamında 90'lara takılı kalmış durumdayım uzun zamandır. Onların aksine en ufak bir sıkılma, yorulma durumu da yok bende, hayatımın sonuna kadar aynı şarkıları dinleyeceğim galiba.

"Madem bu kadar takılmış durumdayız 90'lara, arada 90'lardan sevdiğimiz şarkıları blog'a koyalım" dedim.. Gerçi Disco 2000'i falan zaten koymuştum önceden.

Bugünkü şarkımız zaman olarak tam 90'lar sayılmayacak olsa da (albüm 89 çıkışlı), 90'ları çok çok etkilemiş bir gruptan, ondan sakıncası yok bence. Hatta 90'ları başlatan grup belki de. 90'ların İngilteresinde müzik adına güzel ne yapılmışsa en az %25'i bu Stone Roses sayesindedir. Diğer bir %25 Smiths olsa, gerisi de Beatles falan işte.

Neyse, şarkımız: The Stone Roses, "I Wanna Be Adored".

18 Şubat 2007

Cardiff Afterlife..

Yaklaşık 2 yıllık nick'in ve başlığın "Afterlife" kısmı..

"It's a delayed reaction. It just gushed out. It's tender but truthful, and I'm proud of that." ~ Nicky Wire

Bıyık Güncesi..

Bıyıklarım günden güne emek ve sabırla uzarken, bıyığın aslında ne kadar kullanışlı bir aksesuar olduğunu da daha iyi anlamaya başladım. Mesela:

Diyelim bardaktan su içtiniz. Suyu içtikten birkaç dakika sonra farkediyorsunuz ki, hepsini içtiğini sandığınız suyun bir kısmı bıyıklarınızda saklanmış. Bu suyu ufak dudak ve dil hamleleriyle yeniden içebiliyorsunuz ve susuzluğunuzu bir süreliğine daha dindirebiliyorsunuz.

Yani mesela bir bıyıklı, bir de bıyıksız kişiye su içirip onları çöle salsanız, bıyıklı daha uzun hayatta kalacaktır. Kaktüs olmak gibi bir şey, yedek su deponuz oluyor.

Unutmayınız ki "imaj hiçbir şeydir, susuzluk her şey".

15 Şubat 2007

..

Artık utanıyorum cidden ve bir daha o stada maça gitmek içimden gelmiyor.. Bu adamlar maça geldikçe ben maça falan gelmek istemiyorum..

Her Avrupa maçı aynı şey, veya stadın normal halinden 5-10 bin kişi fazla olduğu her maç aynı şey.. Dün Selçuk'u, Ümit'i, Rüştü'yü yuhlamışlardı, bugün Alex'i, Volkan'ı yuhladılar, yarın da Olcan'ı x'i, y'yi yuhlayacaklar..

Maç 3-2, top defansa çarpıp üstten kornere gidiyor, adamlar Volkan'a küfrediyor. O top hasbel kader kaleye girse adamlar sevinecek çünkü, Volkan'a daha çok ve daha topluca küfür etme imkanı doğacak..

Kardeşim sen yarın 100. yıl şampiyonluğu için savaşırken kalende Volkan'dan başkası mı olacak? Sen mi çıkıp oynayacaksın veya birden Yashin mi geçecek kaleye yuhlar üstüne mezarından çıkıp?

2004-2005 maçlara düzenli gittiğim ilk seneydi. Rüştü Barca'dan yeniden gelmişti. İstisnasız her maç Rüştü'yü yuhladılar. Rüştü'nün 2-3 penaltı dahil hiçbir kurtarışı alkış almadı, sanki top bizim kaledeyken başka tarafa bakıyordu millet. Rüştü gibi, yaşarken heykeli dikilmesi gereken bir adamı yuhlayan taraftara Volkan fazla zaten.

Adama "abicim şimdi yuhluyorsun da yarın lig maçında kalede yine bu adam olmayacak mı" diyorsun, adam "ben ligi ne yapayım" diyor, "uefa lazım bana, ligi açık ara alırız zaten". 2 yıldır maçları aynı yerde izliyorum, ilk defa görüyorum adamı. Allah'tan gelmiyor bunlar normal maçlara. Hala "ligi açık ara alırız" diyen bu adamlara bir Ulusoy az, 3-4 tane lazım. Ceza sahasında rakip futbolcu bile yokken verilen penaltıdan her maç 4-5 tane hakediyor bu adamlar. Zaten o penaltıdan sonra büyük ihtimal yine Volkan'a küfür etmiştir ters köşeye yattı diye. Bu takımı Uefa için destekleyecekse köprüyü geçsin karşıda izlesin maçları, hayatı boyunca övünüp üstüne yatacağı bir kupası olur en azından. Fenerbahçe kimsenin kendini başarı veya başarısızlıkla tatmin etme aracı değil..

Sonunda sıra Alex'e de geldi. Alex aynı Alex. Geçen seneden veya tek başına şampiyon yaptığı önceki seneden çok farklı bir adam değil. O zamanlar Luciano ve Nobre gibi çok çok iyi iki duran top adamıyla oynardı, şimdi onlar yok, attığı frikilerin, pasların, ortaların çoğu boşa gidiyor veya defanstan sallanan toplar önüne indirilmiyor. Yoksa Alex bundan daha fazla koşup mücadele etmezdi hiçbir zaman..

İnsanlar düşünme özürlü olunca, düşünceleri hazır almak istiyorlar. Böyle olunca da medyada yazan her şeye gözü kapalı inanıyor, onaylıyorlar. "Alex'in sözleşmesi Demirören'in çekmecesinde" haberini okuya okuya geldikleri nokta da bu. Dakika 85, Alex iyi bir yerden frikik atıyor, adamlar bu sırada Alex'i yuhluyor. O top gidip gol olsa sevinebilecek misiniz peki? Sevinirler çünkü adamlarda yüz yok, büyük ihtimalle de övünürler "bak iki yuhladım nasıl da oynamaya başladı şerefsiz" diye..

3 yıl boyunca "Daum Avrupa'da başarılı değil amaaa" lafıyla uyuttular bizi, adam da sonunda çekti gitti. Daum bu takımın başına gelebilecek en güzel şeydi, onu da medya gazıyla yolladılar zorla. Daum'a sadece 2 sene Avrupa'da oynama imkanı verildi, o iki senede de klüp ortalamasının çok üstünde sonuçlar alındı ama "Avrupa'da Daum'la olmuyor" palavrasına kapıldı herkes. Daum'a 2 sene verilip, "bunla olmuyor" denilirken, Fatih Terim'e kaç sene verilmişti peki? 4, yazıyla dört.. Milan maçının son saniyesine kadar 1 tane ilk turda elenme, 3 tane de grup sonunculuğu vardı.

Sahada çubuklu formayı giyenler senin umudundur, aklı başında kimse kendi umutlarını yuhlamaz. Hele ki, bu yaşamdan zaten umudu kalmayanlar kendilerini Fenerbahçe'yle tatmin edebilmek için benim umutlarımı hiç yuhlayamaz.

Çok ciddiyim, keşke 6 yeseydik de bugün stadda olanları görmeseydim. Denizli cennetti bunun yanında; ama bunlar daha çok Denizlileri hakediyorlar. Fenerbahçe başarısız olsun ama onu hakeden, karşılık beklemeden seven taraftarıyla olsun.. Gerisinin de Allah belasını versin.

14 Şubat 2007

Aşk..

Başka söze gerek var mı? Kutlu olsun bari..

13 Şubat 2007

Disco 2000..

"2000'de kaç yaşında olacağım ya?

2000-1981 = 19 .. Vay be amma da büyümüş olacağım. Bütün dünya benim olacak. Üniversitede olurum heralde, tıp fakültesi.. Çok da cool olurum..."

Yıllar, 2000'de kaç yaşında olacağımı hesaplamakla geçti. 19 ve 2000 ne kadar da heyecanlı sayılardı..

Şimdi yıl 2007, yaş 25.5'dan 26 ve 2000 hakkında hiçbir şey hatırlamıyorum. Neyse ki o zamanki aşkımın şu anda bebeği yok Deborah gibi.. Olsa da bana ne zaten..


08 Şubat 2007

Teo..

Teoman'la münasebetim, yıllar önce Kolej'in Kurufasülye Günü'ndeki konser sonrası ben "Bravo Teoman" diyince bana dönüp selam vermesi ve adını hatırlayamadığım sosyetik bir mekanda Seçkin'e "Kafam yaPrak gibi" demesidir..

Çoğu şarkısını pek sevmesem de, güzel sözleri var bazılarının.. Hatta "Yağmur" en sevdiğim Türkçe şarkılardan biri.

Neyse..

Uzun lafın kısası, Teoman hayatımda gördüğüm en güzel ropörtaja imza atmış zamanında, her izleyişimde ayrı bi keyifleniyorum, siz de izleyip keyiflenin istedim..

Gerçi Etiler'e laf etmiş.. Hoop Teoman ayağını denk al lannn..

06 Şubat 2007

Ace Of Spades..

Müziğin şımarıklaştığı günlerde eskinin güzelliklerini unutmamak lazım..

"Don't Forget Us. Our Name is Motörhead. We Play Rock 'n' Roll"

05 Şubat 2007

Güne iyi başlama rehberi..

Zaten geç yatılan gecelerin erken kalkılması gereken sabahlarında, insanı yeni güne daha iyi hazırlayacak şeyler bulmak gerekir..

Hele ki bizim gibi kendini kelimelerden çok dansla ifade edebilen gençler söz konusu olduğunda yeni güne hazırlık formülü bellidir. Aşağıda bu haftasonu Ankara misafirlerimizle birlikte uyguladığımız formülün tarifi var:

Bee Gees - Stayin' Alive
Abba - Gimme Gimme Gimme
Boney M - Ma Baker, Daddy Cool
Michael Jackson - Don't Stop Till You Get Enough
Scissor Sisters - I Don't Feel like Dancin'
Kylie Minogue - Can't Get You out My Head
Modern Talking - Brother Louie, Cherri Cherri Lady, You're My Heart You're My Soul

Dansçılar: Onur, Seçkin, Yiğit, Ali

Özel Performanslar:
Yiğit - Hammer To Fall (Queen)
Yiğit ft. Seçkin - Lömbüdü Lümbüdü (Anonim)

02 Şubat 2007

Istanbul..

Hani hep derler ya "nerde o güzel, eski Istanbul" diye..

Herkesin şehirdeki güzellik anlayışı kendine.. Bazısı vapurunu sever, bazısı kulesini, bazısı rakısını..

Neyse sonuçta birkaç günlüğüne Istanbul o eski güzel günlerin elinden öper..

01 Şubat 2007

Fragments of Life..

Barın için, eski güzel günler için.. Roy Vedas

Don't you recall, don't you remind
Don't you recall the fragments of life

Rowenta..

Sizce de çok güzel bir isim değil mi? İnsanın aşık olası geliyor.

Keşke şirketteki elektrikli süpürgenin ismi olacağına güzel bir kızın ismi olsaydı..

Not: Emiş gücü 2100 Watt.

(Mühendis adam rakamlarla konuşur)

29 Ocak 2007

Bıyık..

Her erkeğin en büyük hayallerindendir:

1. Freddie Mercury gibi sese sahip olmak

2. Freddie Mercury gibi bıyığa sahip olmak

..ki bunlar için bazıları cinsel tercihlerini bile değiştirebilir.

İşte ben de "madem öyle bir sesim yok, bari öyle bir bıyığım olsun" dedim ve bıyık bırakmaya başladım. Şu anda pek belli değil ama sabırla, emekle mutlaka belirgin hale gelecektir. İleride belki fotoğraflarını da koyarım.

23 Ocak 2007

Cornered the boy kicked out at the world, the world kicked back alot fuckin' harder...

Dünya aslında güzel yaşanır bir yermiş ama insanlar onu baştan yanlış tasarlamış gibi gelmeye başladı bana. Şu anda ve şu yaşımızda, yaşadığımız veya yaşatılmaya çalışıldığımız hayatın en ufak bir mantıklı tarafı yok. Hayatımıza "yaz saati uygulaması" gibi bir şey getirmek lazım, en mutlu olmamız gereken, ama en mutsuz olduğumuz zamanları daha aydınlık geçirmemizi sağlayacak. Bir zaman sonra kış saati uygulamasına geçilir nasıl olsa, ben uzun ve aydınlık günleri şimdi yaşamak istiyorum, 25 yıl sonra değil.

Başlık, muhteşem The Libertines'ın bir şarkısından bu arada.. The Libertines dinleyin, dinletin..

17 Ocak 2007

Asker..

Yandaki kağıdın eski yurt odamın masasına bırakılalı yaklaşık 6 ay oluyor galiba. Paul Weller'ın İstanbul konserinin bir gün sonrası falan olması lazım.

Zaman çok çabuk geçiyor, en azından bana öyle geldi o günden bugüne. İnsan bazen zamanın çabuk geçtiğine bile sevinebiliyormuş demek.

Bitmeyen günlerin gecelerinde, sevdiklerinle yeniden buluştuğun onca rüyanın; ve nöbetlerde, herbirinde yarını düşündüğün sayısız adımın sonrasında,

Evine hoş geliyorsun 'Kardeşim' .

15 Ocak 2007

"I Don't Have To Sell My Soul"

Haber:
"İngiltere’nin köklü kulüplerinden Liverpool, Dubai Veliaht Prensi ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Başbakanı Şeyh Muhammed bin Raşid el Maktum’a bağlı olan ve İngiltere’de yatırımları bulunan Dubai International Capital’a (DIC) satıldı."

Futbolun geleceği belli oldu. Yakında farklı isimler altında oynanan tek maç olacak: Araplar-Ruslar. Veya daha doğrusu Para-Para. Canı sıkılan zengin Amerikalılar da, M.Glazer (Man Utd) gibi, arada oyuna dahil olacaklardır tabi.

Futbolu sevmeye başladığım ve sevmeyi bıraktığım dönem 80'lerin ortasıyla 90'ların ortasına denk gelir. O dönemden sonra benim esas sevdiğimin futbol değil Fenerbahçe olduğuna karar vermişimdir ve Avrupa, Dünya Kupalarının önemli maçları (ve tabi ki Fenerbahçe) dışında sıkılmadan izlediğim maç çok nadir olmuştur.

Bizim akranlar için 80'li yılların ve o yılların futbolcularının çok büyük önemi vardır. Mesela şu anda çoğunlukla rakip takımın futbolcusundan nefret ederiz ama o yılların rakip takım futbolcularından(bazı istisnalar dışında) nefret edenimiz çok az vardır. Şeytan Rıdvan'ı, Kaptan Cüneyt'i, Sarı Fırtına Metin'i severiz çoğumuz. Bu, belki çocukluğumuzu özlememizle ilgili bir şey -aynen "nerede o eski bayramlar" diyen yaşça büyüklerin, eski bayramlardan çok eski dinç günlerini özlemesi gibi-, belki de daha o yaşlarda nefretin insanı ne kadar çok besleyebildiğini bilmememizle ilgili.

Trt3 arada 80'lerin maçlarını veriyor, insan o kadar mutlu olup eğleniyor ki onları izlerken.. Dolmuştan bozma uyduruk bir minibüsten, kendi günlük kıyafetleriyle, kot ve deri ceketleriyle inen futbolcular -hatta bazıları stada kendileri geliyorlar, halısahaya gider gibi-, maçtan önce ve maç sırasında futbolcularla yapılan süper ropörtajlar, kenarda sürekli sigara içen teknik direktörler vs.. Hepsinde Münir Özkul, Adile Naşit filmlerinin yıkık-dökük ama sıcak ve samimi havası var.

Ne zaman Amerikan görgüsüzlüğünün en büyük simgelerinden Nayki, futbol işine girdi, her şey tersine döndü. Zamanında bize de çok güzel geliyordu o ayakkabıların yanındaki karizmatik kanat. "Olm şu takımın forma Nike, gördün mü lan süper" diyor, halısaha ayakkabısı alacaksak önce Nike'a bakıyorduk. Sonra bir bakmışız her şeyimiz marka savaşlarına dönmüş, 4 yıl sabırsızlıkla beklediğimiz Dünya Kupası'nın finali Brezilya-Fransa maçından çok Nike-Adidas maçı olmuş, Nike takımının forvetlerini Nike reklam departmanı belirlemiş, sonunda maçı kazanan Adidas, "Adidas:3 Nike:0" diye reklam yapmış...

Eski Dünya Kupalarının finallerindeki golleri hepimiz atağın başlangıcından gol sevincine kadar biliriz, çünkü bizim gözümüzde dünyanın en epik olaylarıdır onlar. Peki 82'de Tardelli'nin attığı golle, 2002'de, bu sefer Nike Adidas'ı 2-0 yenerken, reklam yıldızı Ronaldo'nun attığı 2. golü karşılaştırmak mümkün mü mesela? İkisinde de top çizgiyi geçiyor ama ilkinin -her türlü- muhteşemliği yanında diğerinin esamesi bile okunur mu?

Zaten para savaşlarına dönen oyun sonunda Arap ve Rusların petrol parası kapışmasına döndü, işin kötüsü de olaya, bu işe en çok gönül vermiş insanların yaşadığı yerden, İngiltere'den başladılar.. Kaleyi olabilecek en içinden fethettiler yani. Liverpool'un liman işçilerinin ruhundan doğan, yeryüzündeki belki de en asil takım artık Arap petrol zenginlerinin. Takımı satın alan elaman hayatında kaç maç izlemiştir acaba veya ilgilenmeden önce Liverpool'un forma rengini biliyor mudur? Bu haber bize bile koyuyorsa Liverpoolluların halini düşünmek bile istemiyorum..

Zengin Amerikalı Glazer, Manchester United'ı satın almaya kalktığında, ki sonunda %98'ini aldı, Unitedlı taraftarlar "FC United of Manchester" diye bir takım kurmuşlardı, bu Endüstriyel Futbol palavrasına karşı. Onların maçta açtıkları muhteşem pankart her şeyi özetliyordu zaten:

"I don't have to sell my soul"

14 Ocak 2007

Pikap..

Çocukluğumun en derindeki hatıralarında bile olan bir şeydir pikap. Dedemin 70lerin başında İngiltere'den getirdiği pikap ve üstünde durduğu tahta kütüphanenin alt rafındaki plaklar anneanemin evinde ilgimi en çok çeken şeylerdi her zaman. Tom Jones plağının kapağı (resimdeki) çocukluğumun çok belirgin bir imgesidir mesela benim için, çocukluğumla ilgili kafamdaki en önemli imgeleri seçmem istense ilki bu olurdu heralde. Plaklar arasında Bülent Ersoy'un erkeklik zamanı plakları falan da vardı, filmde kadın olarak gördüğün birinin takım elbiseli erkek resimlerini görmek çok garip geliyordu çocuk aklıma (25 yaşındayım, hala da garip geliyor aslında).

O pikap, birkaç "hala çalışıyor mu acaba" denemesi dışında kullanılmadı hiç, evin süsü olarak durdu yıllarca.

Üniversite zamanlarında Can'la (Okay olan) Ulus'taki Bit Pazarı'na takılmaya bayılırdık. İlk gidişimiz Can'a antika fotoğraf makinesi bakmak içindi galiba ve o gidişimizde orayı o kadar çok sevmiştik ki sonrasındaki bir dönem baya gittik. Aslında o kadar sık gidişimizdeki esas neden, şans eseri 2 katlı eski bir binada bulduğumuz, eski plak ve pikaplar satan Gürhan Abi'nin yeriydi. Boney-M, Bee Gees vs. bir sürü çok güzel plak vardı, saatlerce onlara bakar, arada da bazılarını dinlerdik. Money For Nothing'i pek sevmem ama onun sırf gitarla başlayan değişik bir versiyonunu dinlerdik, hayatımda duyduğum en güzel gitar tonunu verirdi o eski ve cızırtılı plak ve pikaplar. Sonradan pek dinlemesek de bir sürü tozlu plak almıştık oradan.

Neyse İstanbul'da eve taşınırken, yadigar pikapı da getirmeye karar verdim Ankara'dan. Yalnız orjinal hoparlörlerini bulamadım ve çalıştığından da emin değildim. Geçen haftaya kadar salonun köşesinde koyduğum yerde duruyordu. Geçen hafta Galata Kulesi'nin yanında Ermeni bir amcanın dükkanını buldum. Her türlü eski pikap, gramofon tamir eden, satan bir dükkan. Ben de götürdüm pikapı emanet ettim. Dün "tamir bitti gel al" diye telefon geldi, gittim, pikapın yanına 2 tane de ikinci el hoparlör alıp salondaki eski yerine koydum yine aleti.

Öncelikle gerçekten çok güzel ve değişik geliyor insana, özellikle de müzik olayını uzunca bir süre i-pod ve beyaz kulaklığına indirgedikten sonra. Hoparlörler bağlı değilken sırf iğneden müzik gelmesi bile inanılmaz.

Ses, bazı cızırtılar olsa da, beklediğimden güzel geldi bana. O cızırtılar da alete havasını veren şeyler zaten. Özellikle acaip yoğun, dolu dolu bası var, yakında alttaki komşumla beni tanıştırıp, apartman içinde sosyalleşmeme yardım etmesi olası. Sıkılıp "Off bu kadar analog yeter, biraz da dijitalleşelim" diyeceğim zamanlar için de I-Pod'u pikapın "tape" girişine bağladım. Gerçi alete biraz hakaret oldu ya, yapacak bir şey yok. Ben de isterim hep 70'lerde yaşamayı ama istemeye istemeye olsa da, 2000'lere de adapte olmak gerek.

12 Ocak 2007

Kişisel Gelişim..

Gün geçmiyor ki insan kendini geliştirmesin..

Şirkette kahveleri, çayları falan şu uyduruk köpük bardaklardan içiyoruz.. Bu aralar bardak üreticisi maliyetten kısmaya karar vermiş heralde, bardaklar baya bir delik çıkmaya başladı.

Dün bardak delik çıktı diye gidip bütün kahveyi lavaboya dökmüştüm. Bugün bardak yine delik çıktı ama ben kahveyi başka bir bardağa aktardım. İnsan zekasının bir günde bu kadar gelişebilmesi çok şaşırtıcı değil mi sizce de?

"Evolution is fascinating to watch. To me it is the most interesting when one can observe the evolution of a single man." ~ Shana Alexander

Alibaz..

...Yıllardır beklediği uyku, sonunda bastırmıştı. Gözkapakları ağırlaşıp sonunda düşmeye başlar başlamaz rahatça kıvrılıp uyuyabileceği bir yer aramaya başladı ve sonunda bir ağacın tepesini gözüne kestirdi. Esneye esneye üst dallara doğru tırmandı. Tam tepeye eriştiğinde gözleri ha kapandı ha kapanacaktı. Neyse ki burada bir leylek yuvası vardı. Anne leylek, bir serseri kurşunla daha o sabah ölmüştü. Alibaz, yuvanın tam ortasına, yumurtaların üzerine kıvrılıp yattı ve derin bir uykuya daldı. Aradan günler geçtikten sonra onun sıcaklığının etkisiyle yumurtalar çatladı ve yavrular, uyuyan çocuğun cebindeki peksimet kırıntıları, bademler, şekerler ve kisnis taneleriyle beslenip büyüdüler. Uçmayı öğrenip güneye göçettiler. Bahar gelip doğdukları yuvaya tekrar geldiklerinde orada uyuyan çocuğu yine gördüler. Onun bitimsiz düşlerini kesmeden yavruladılar ve sonraki nesle, gürültü edip bu çocuğu derin uykusundan uyandırmamalarını sıkı sıkıya tembihledir.

Puslu Kıtalar Atlası. İhsan Oktay Anar

11 Ocak 2007

Eski Dostlar..

Arap spikerin tepkisi komiğime gitti, yoksa ne golü atanı bilirim, ne de yiyeni..

Aklıma şu şarkıyı getirdi:

Hayâl meyâl düşler gibi
Uçup giden kuşlar gibi
Yosun tutan taşlar gibi
Eski dostlar, eski dostlar

Yarabbi akıl ver..

Sıkılmak zaten yeterince kötüyken, daha da kötüsü birsürü işin varken boş boş oturup sıkılmak. Böylece olayın içine vicdan azabı da girip insanı iyice bunaltıyor.

Bu aralar hoparlör olayına takmış durumdayım. Bilenler bilir, son 2 yıldır falan ses işleme vs. işleriyle uğraşıyorum, ses konusunun matematiksel, fiziksel, psikolojik yönleriyle ilgili bir sürü ders aldım ama şu hoparlör denen aletin nasıl ses çıkardığını hala aklım hayalim almıyor.

Olayın mantığı basit aslında, senin benim kulak zarımın yaptığının tam tersini yapıyor alet; gelen elektrik sinyalini bir nevi titreşime (bilimsel tabiriyle kıpraşıma) dönüştürüyor, kıpraşan nesne de (diyafram) hava basıncında oynaşmalar yaratıyor.

Tamam kolay buraya kadar, benim 5 yıllık telefonum bile kıpraşıyor kendi çapında.. Benim anlamadığım, anlayamadığım şey, misal i-pod kulaklığındaki, gözümdeki kontak lensin yarısından bile küçük, bir diyaframın kıpraşak nasıl onca sesi aynı anda çıkarabildiği. 1 cm karelik uyduruk bir kauçuk parçası kıpraşarak nasıl apartman kadar bir kilise orgunun sesiyle sivrisinek kanadının sesini aynı anda çıkarabiliyor veya senfoni orkestrasındaki 50 enstrümanın sesine eş değer ses verebiliyor?

Sanki birgün uzaklardan birileri dünyaya gelmiş, "Size şöyle bir şey veriyoruz, bunla müzik vs. dinleyebilirsiniz ama sorgulamaya kalkmayın sakın" demiş, biz de "kıpraşıyo olm işte, kıpraşınca da ses çıkıyor" diyip daha fazla kurcalama gereği duymamışız.

Off bunu yazmak da sıkıntıma ayrı bir sıkıntı kattı zaten. Kafamın basmadığı ikinci bir olay da arabaların "nıç tık nıç tık" sinyal sesini nasıl çıkarttıklarıdır. Zaten kanımca otomotiv endüstrisinin en üst noktası bu harikulade sestir. Bu ikisini çözersem evliya olabilirim, bu bloga da Tibet tepelerinden devam ederim. Özlü bir sözle bitirelim:

"Hemen hemen bütün Batı ülkelerini gezdim. Hiçbir yerde hoparlör sesi duymadım." ~ F. R. Atay.

10 Ocak 2007

Başlarken..

Başlamak için en iyisi belki de.. Sakin ve huzurlu: Hayatının olmasını istediğin gibi, hayatının hiç olamayacağı gibi..

..life flows on within you and without you